19 Şubat 2008 Salı

Mazide Kalanlar

Bu video görüntüleri 1984 yılında Akçapınar köyünde okunan bir Mevlit programında çekilmiştir. Aradan yirmi dört yıla yakın bir zaman geçmiştir. Mazide kalan bu görüntüleri sunarak sizleri geçmişe götürmek istiyorum.



Bu görüntülerde Akçapınar köyü- Duman köyü- Hacıaliler köyü- Pirler köyü- Karaahmetler köyü- Çamtepe köyü- Cansızlar köyü- Gökçeözü köyü- Gerişler köyü- Narzanlar köyü ile Taraklı ilçe merkezinde yaşayan veya rahmetli olan insanlarımız vardır.

Bu video görüntülerini dikkatle izlerseniz mutlaka bir tanıdığınızı bir sevdiğinizi görürsünüz. Bu kimselerden bazıları bugün aramızda yoktur. Ebedi âleme göçüp gitmişlerdir.

Her başlangıcın bir sonu, her çıkışın da bir inişi vardır. Bir gün gelecek kâinattaki bu muazzam düzen bozulacak. Güneş- Ay ve Yıldızlar kararacak. Hayat son bulacaktır. İşte buna kıyamet denir.

Dünyaya gelen her canlı bir gün mutlaka ölecektir. Her insanın ölümü kendisi için kıyametin kopmasıdır. İnsan nerede- ne zaman- nasıl öleceğini bilemez.

Kuran’ı Kerim’ de şöyle buyrulur:

“Beş şey vardır ki, o beş şeyin bilgisi Allah’ın ilminde saklıdır:

1-Kıyametin ne zaman kopacağını ancak yüce Allah bilir.
2-Yağmurun nereye- ne zaman- ne kadar yağacağına O, karar verir.
3-Anne rahmindeki çocuğun geleceğine ait bilgileri ancak O,bilir
4-İnsanın başına yarın neler gelecek- neler olacak yine O, bilir.
5-İnsanın nerede- ne zaman öleceğini Ondan başka bilen yoktur.” (Lokman / 34)

Dünya misafir hanedir. İnsanlar da bu dünyada misafirdir. Misafir gittiği yerde uzun süre kalmaz. İnsanlarda dünyada ebedi kalmazlar. Dünyaya gelen her insan bir gün bu dünyadan mutlaka göçüp gider.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ecel geldiği zaman ne bir saat geri kalır, ne de bir saat ileriye gider.” (Yunus / 49)

Bu dünyadan ne saltanat sahipleri, ne mülk sahipleri göçüp gitmişlerdir. Ne sevgi dolu insanlar, ne muhabbeti tatlı insanlar aramızdan ayrılmışlardır.

Bakınız Yunus Emre ne söylüyor:

Dünyadan göçüp gidenler,
Ne gelirler ne bir haber verirler.
Üzerinde türlü türlü otlar bitenler,
Ne gelirler ne bir haber verirler.

Ölenler eserleri ve hatıraları ile yaşarlar. Bu kısa dünya hayatında dostça- kardeşçe yaşayalım. Kimseye kötülük etmeyelim. Kimseye buğuz etmeyelim. Kin- nefret- haset ve düşmanlıktan uzak duralım. Ey Allah’ın kulları! Gelin dost kalalım. Kardeş olalım.

Bu görüntülerde olup da bu gün aramızda olmayan, mazide kalan bu tanıdığımız ve sevdiğimiz kimseleri Rahmetle – Minnetle- Şükranla anıyorum. Ruhlarına Fatiha…..AMİN…

İnsanlık Tarihi ve Darwin Teorisi



Kutsal dinlere göre ilk insan Hz. Âdem’dir. Yüce Allah onu topraktan yaratmıştır. Uyum sağlaması için özünün de yeryüzünün elementlerinden olmasını dilemiştir.

İnsanoğlu yerin her tarafından alınan toprak cinslerinin birleştirilmesiyle yaratılmıştır. Bundan dolayı insanlar değişik karakterler taşımaktadır. Kendilerinde bulunan toprak miktarlarına göre insanların kimi kırmızı- kimi beyaz- kimi siyah- kimi bunların arasında bir renktedir. Huy bakımından da kimi yumuşak- kimi sert- kimi kötü- kimi de iyidir.

Allah insanı mükemmel ve en güzel bir biçimde yaratmış, onu yaratırken de toprağı çeşitli hal ve safhalardan, bir evrim sürecinden geçirmiştir.

Evrim: Kademe kademe oluşan bir değişim ve gelişimdir. İnsanın iki unsuru vardır. Su ve toprak. Yeryüzünün 3/4 sudur. İnsanın da vücudunun 3/4 sudur.

Toprağın su ile karıştırılıp, şekil ve suretin tamamlanmasından sonra Hz. Âdem’e can ve ruh verilmiştir. Bundan sonra insanoğlunun soyu kendi sulbünden, Hz. Âdem’den devam etmiştir.

Kuran’ı Kerim de insanın yaratılışı şöyle anlatılır:

“Biz ilk insanı süzme çamurdan yarattık. Sonra onu bir sistem halinde döl suyu damlasıyla korumalı bir yuvaya (rahme) yerleştirdik. Sonra bu döl suyu damlasından hücreyi yarattık. Sonra bu hücreden cenini; ceninden de kemikleri yarattık. Sonra da kemiklere et giydirip onu mükemmel bir varlık haline getirdik. Öyleyse yaratanların en büyük ustası olan Allah ne kadar yücedir.”(Müminun / 12-14)

İnsanoğlunun yaratılış ile ilgili çeşitli efsaneler üretilmiş, tarih boyunca kurulan medeniyetler insanın orijinalini bulmaya çalışmışlardır. Tüm türlerin ortak bir canlıdan meydana geldiğine, zamanla değişime uğradığına dair bir nazariye ortaya atılmış, adına da Evrim Teorisi denilmiştir.

Tarihi eski Yunan’a -Antik çağa kadar dayanan Evrim Teorisi, 19.yüzyılda yaşayan İngiliz doğa bilimcisi Darvin tarafından ileriye sürülmüş bir nazariyedir.150 yıllık bir geçmişi olmasına rağmen dünyada tartışma meydana getiren, bilim tarihin de ayrılıklara, tartışmalara yol açan biyolojik bir teoridir. Konu insan olunca bu teori her kesimi, her alanı etkilemiş; ispatlamaya çalışanlar olduğu gibi çürütmeye çalışanlar da olmuştur.

Evrim Teorisi, deney ve gözleme dayanan bir teori değildir. Çünkü evrim için çok uzun bir süreç gerekmektedir. Böyle uzun bir süreç de hiçbir zaman deney veya gözleme dayanmaz. Evrim Teorisi’nin, Newton kanunu gibi kesinleşmiş bir yapısı yoktur.

Evrim Teorisi, hem Hıristiyan hem Yahudi hem Müslümanlarca yaratılışı inkâr manasına geldiğinden kabul edilmemiş, din ve bilim otoritelerince karşı çıkılmıştır.

Evrim Teorisinin ortaya çıktığı asırda ilim ve teknoloji zamanımızdaki kadar ilerlememişti. O dönemde hücre, canlının en küçük yapısını teşkil eden obje olarak biliniyordu. Oysa hücrenin içinde ondan daha küçük DNA moleküllerinin olduğu tespit edilmiştir.

Eğer Evrim Teorisinin öne sürdüğü gibi bir türden diğer bir türe geçiş var ise, bu değişikliği yapan faktörlerin açıklanması gerekir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi canlıların temel maddesi hücrelerde bulunan DNA molekülleridir. Bir canlının tüm karakterleri DNA yapısında saklıdır. İnsan vücudu ile ilgili tüm bilgiler burada kodlanmıştır. DNA çok hassas bir yapıya sahiptir. DNA’yı bozacak bir dış etki, canlıyı olumsuz bir şekilde etkiler ve DNA’sının bozulmasına yol açar. Bu da canlının ölümüne sebep olur.

Türlerinin birbirine dönüşmesi imkânsızdır. Çünkü doğa da böyle bir güç yoktur. Doğa dediğimiz olgu: Taşı-toprağı -havayı -suyu oluşturan bütün bilinçsiz atomların bir toplamıdır. Bunca cansız madde yığının bir solucanı oluşturacak; sonrada onu bir balığa çevirecek; sonrada onu karaya çıkarıp sürüngen yapacak; sonrada onu uçan kuş yapacak; en sonunda insana dönüştürecek bir güce sahip değildir. Bu güne kadar yeryüzünde canlıların evrimleştiğine dair tek bir gözlenmiş delil yoktur.

Darvin Teorisinin fosil kalıntıları ile kanıtlanabileceği öne sürülmüş, ancak birçok biyolojik ve evrensel faktörlerin bu fosillerde deformasyonlara yol açacağı unutulmuştur.

Sonuç olarak diyorum ki: Nazariye halinde olan Darvin Teorisi dünyadaki birçok bilim adamınca kabul edilmemiştir.

Kutsal dinlerin beyan ettiği gibi insanoğlu Hz. Âdem’den meydana gelmiş; Hz. Âdem’de topraktan yaratılmıştır. İnsanın topraktan yaratıldığına dair birçok bilimsel delil vardır.

Toprağın içinde bir takım elementler vardır. Toprakta demir vardır, kalsiyum vardır, fosfor vardır, magnezyum v.s. vardır. İnsanın yapısı incelendiği zaman aynı elementlerin insanın yapısında da olduğu görülür. Rahatsızlanıp doktora gittiğimiz zaman Doktor: “Sende demir eksikliği var-sende kalsiyum eksikliği var” der. Ve ilaç verir.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi toprakta bir takım renkler vardır. Kırmızı toprak vardır-siyah toprak vardır-beyaz toprak vardır. Aynı renkler insanlarda da İnsan toprakla hayatını devam ettirir. Geniş düşündüğümüz zaman her şey ya direk ya da endirekt topraktandır. İnsan toprakla beslenir- toprakla yaşar- toprağa döner.

İnsan ölünce ruh bedenden ayrılır. Ona kimse sahip çıkmaz olur. Annesi babası ve bütün sevdikleri onu biran önce yerine göndermek isterler. Daha fazla bekletemezler. Onu toprağa gömerler. Böylece insan da hakiki dostuna kavuşur. Aslına dönüşür.

İnsanoğlu artık şöyle söyler: “Benim sadık yârim kara topraktır.”

Hocaların Hocası



İç ve dış düşmanlar tarafından yıkılan Osmanlı Devletinin yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, Ülke de yenilik ve kalkınma hareketleri başlamıştı.

Dini bilimlerle Pozitif bilimlerin bir arada verildiği Medreseler kapanmış, yerine üniversiteler açılmıştı.

1949 yılına kadar Türkiye de dini eğitim veren eğitim kurumları yoktu. Halkın dini eğitim ihtiyacı son medrese mezunu hocalar tarafından karşılanıyordu.

Yazımıza “Hocaların Hocası” diye başladığımız Rahmetli Mehmet Akbulut hoca efendi, 1895 yılında doğmuş, iyi bir dini eğitim görmüştür.

Bölgesinde: “Duman Köylü Koca Hafız veya Duman Köylü Hafız Dayı” olarak tanınırdı. Dini bir konuda bilgisine başvurulacak tek kişiydi.

Birinci dünya savaşını, kurtuluş savaşını, ikinci dünya savaşını görmüş, almış olduğu dini eğitimle yaşadığı bölgede halkı aydınlatmış ve birçok talebe yetiştirmiştir.

O, Hayır cemiyetlerinde ve mevlitlerde halka vaaz veren, halkı irşat eden tek kişiydi. Mütevazı bir kişiydi. Feraset sahibiydi. Sevilirdi, sayılırdı.

Halk dini bir konuda tereddüde düştüğü zaman: “Bu konuyu Duman Köylü Koca Hafız Dayıya soralım” derlerdi.

Bir asrın üzerinde yaşayan rahmetli hocamız, 23 Temmuz 1998 yılında vefat etmiştir.

İslam dini ilime çok önem vermiş, bilenlerle bilmeyenlerin bir tutulamayacağını vurgulamış, peygamberimiz de âlimi övmüştür.

O, buyurmuştur ki: “Âlimin ölümü âlemin ölümüdür.”

Ölüm yıl dönümünde biz de hocamızı rahmetle- minnetle- şükranla anıyoruz

Sizlere 1984 yılında Akçapınar köyünde bir mevlitte çekilmiş onun video görüntülerini sunuyoruz…

İstanbul'un Fethi



Miletlerin kendilerine mahsus milli bayramları ve zaferleri vardır. Bu bayramlar, o milletin diğer milletlere karşı kazandığı zaferlerdir.
İstanbul’un fethi de böyle bir zaferin neticesidir.

Asırlar önce, İstanbul ile ilgili Peygamberimiz, Efendimiz şöyle buyurmuştu:
“Kostantiniyye (İstanbul), elbette fetih olunacaktır. O’nu fetheden komutan ne güzel komutan, O’nun askeri ne güzel askerdir.” (1)
Bu övgüyü kazanmak, bu müjdeye nail olmak için, İstanbul Müslümanlar tarafından defalarca kuşatılmış, fakat bir türlü alınamamıştır. İlk sefer Emevi Halifesi Mesleme bin Abdülmelik zamanında yapılmıştır. Bu sefere sahabelerden bazıları da katılmıştır.
Bunlardan biri de (Eba Eyüp El- Ensari) Eyüp Sultan Hazretleridir.

Kur’an-ı Kerim’de düşmana karşı savaşma konusunda şöyle buyuruluyor:
“Ey iman edenler, düşmana karşı hazırlığınızı görün ve silahlarınızı takınarak savaşa hazır olun da, birlikler halinde savaşa çıkın yahut toptan seferber olun.” (2)
Aradan seneler geçmiş, takvimler 29 Mayıs 1453’ü gösteriyordu. Günlerden Salı. Osmanlı İmparatorluğu’nun başına geçen yirmi bir yaşındaki II. Mehmet şöyle diyordu:
“Ya ben Bizans’ı alırım, Ya Bizans beni.”
Genç hükümdar boğazdan gelecek tehlikeleri önlemek, düşman gemilerini kontrol etmek için boğaza bir hisar yapmaya karar vermiş; projeyi de bizzat kendisi hazırlamıştır. Bu projenin üsten görünüşünde Muhammed yazıyordu. Adı Rumeli Hisar’ı olan bu eser, dört ay gibi kısa bir zamanda bitirilmiştir. Rumeli Hisarı’nı gören yabancılar, bunun dört ay gibi kısa bir sürede bitmesinin mümkün olamayacağını, burada olağanüstü bir durumun olduğunu söylüyorlar.
Osmanlı İmparatorluğu’nun genç hükümdarı II. Mehmet, dünya tarihinde bir ilki gerçekleştirerek, bir gecede Türk gemilerini Dolmabahçe koyundan, Beyoğlu tepelerinden, Kasımpaşa kıyılarından Haliç’e indirmiştir. Sabahın erken saatlerinde Türk gemilerini Haliç’te gören Bizanslılar şaşırmıştır.
Diğer taraftan asrın en büyük topları imal edilmişti. Bu toplar da Edirnekapı ve Topkapı surlarını dövüyordu. Açılan deliklerden Osmanlı Ordusu şehre giriyor, şehir karadan ve denizden kuşatılarak İstanbul’ un fethi gerçekleşiyordu.
Bu kuşatmada kahraman asker Ulubatlı Hasan elindeki sancağı surlara dikerek şehitlik mertebesine ulaşmıştır.

Şehitlik Peygamberlikten sonra gelen en yüce makamdır. Aziz şehitlerimize milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy şöyle sesleniyor:

“Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber,
Sana ahucunu açmış duruyor Peygamber.”

Şehir adını da değiştirerek teslim olmuştu. Konstantiniyye İstanbul adını almıştı.
1 Haziran 1453’te II. Mehmet’in bir ahitnamesi ile teslim olan şehir nüfusunun büyük bir bölümü ile temel yapılar Osmanlı idaresine geçmiştir.
Bu ahitname ile halka “Aman”, yani İslam dinine göre Sultan’ın yemini ile can ve mal güvenliği verilmişti. II. Mehmet, şehre hemen bir Voyvoda ve Kadı atayarak kenti doğrudan doğruya Osmanlı idaresine bağlamıştır.

Bu tarihte şehirde Cenevizliler, Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler vardı.

Bizans temsilcileri, şehrin anahtarlarını teslim etmek için Osmanlı Ordusu’nun bulunduğu yere gelmişler, Akşemsettin ve Molla Gürani gibi büyüklerin hükümdar olacağını tahmin ederek anahtarları onlara vermek istemişlerdi. Fakat bu ulu kişiler kendilerinin hükümdar olmadığını, yanlarında bulunan yirmi bir yaşındaki genç hükümdar II. Mehmet’i göstererek hükümdarın O olduğunu söylemişlerdir.

Kendisine anahtarları teslim etmeye gelen elçiye genç hükümdar şöyle diyordu:

“Evet, hükümdar benim, Padişah benim, Fatih benim. Fakat beni yetiştiren, beni Fatih yapan hocalarımdır. Ben onların eseriyim. “ (3)

Evet, hoca ile talebe arasındaki saygıya ve nezakete bakınız.
Yirmi bir yaşındaki genç II. Mehmet, Fatih Sultan Mehmet Han unvanını almıştı. Bir devir kapanıyor, bir devir açılıyordu. Orta Çağ kapanıyor, Yeni Çağ açılıyordu.

Fatih Sultan Mehmet ile yükselmeye başlayan Osmanlı İmparatorluğu, tarihte altı yüz sene cihan hâkimiyeti kurmuştur. Bu hâkimiyetin en büyük sebebi adalettir.

Fatih Sultan Mehmet kendi adına bir cami yaptırmak ister. Caminin ustalarından biri de Rum’dur. Bu usta caminin sütunlarında bir değişiklik yapar. Durum kendisine bildirilen Fatih Sultan Mehmet, bilgi verilmeden böyle bir değişiklik yapıldığı için Rum Usta’nın elinin kesilmesine hükmeder. Rum Usta mahkemeye başvurur. Davaya Kadı Hızır Efendi bakar. Davalı ve davacıyı mahkeme salonuna çağırır. Fatih Sultan Mehmet içeriye padişah havası içerisinde girerek orada bulunan sandalyeye oturmak ister. Mahkeme başkanı kadı Hızır Efendi:
“Lütfen ayağa kalkınız, siz şu anda sanık durumundasınız. Burası adalet divanıdır.” diyerek padişahı uyarır.
Her iki tarafın ifadesi alındıktan sonra karar okunur. Fatih Sultan Mehmet haksız bulunarak Rum Usta’nın elini kestirdiği için, kısasa kısas onun da elinin kesilmesine karar verilir. Herkes müteessir olmuştur. Araya vezirler, âlimler girerek Rum Usta’yı kısastan vazgeçirmeye çalışırlar. Sonunda Rum Usta ikna olur. Tazminat karşılığında davadan vazgeçer. Hüküm, nafaka ve tazminata çevrilerek neticelenmiş olur.

Kadı Hızır Efendi, Rum Usta’ya ve çocuklarına yetecek kadar günlük 50 akçe ile hayatlarının sonuna kadar nafaka ödenmesine, elinin kesilmesiyle cemiyet içerisinde itibarının kaybolmasından dolayı bir defaya mahsus olmak üzere yüz akçe tazminat ödenmesine karar verir.
Mahkeme bittikten sonra Fatih Sultan Mehmet, Kadı Hızır Efendi’nin makamına girer ve der ki:
“Bak, Kadı Hızır Efendi, beni padişah diye iltimas etseydin, belimdeki şu kılıçla başını uçuracaktım.”

Kadı Hızır Efendi de şu cevabı verir:

“Sen de padişahım diye gururlanıp, kararlarıma muhalefet edip, mahkemenin huzurunu bozsaydın, adaletin kutsiyetini çiğneseydin, (oturduğu postun altındaki hançeri göstererek) bunu kalbine saplardım.” (4)

İşte Osmanlı İmparatorluğunu altı yüz sene ayakta tutan bu anlayıştır, bu adalettir.

Fatih Sultan Mehmet âlim di, mühendis di, şair di.

Şu güzel mısralar ona aittir.

“Dini İslam’ın mücerret gayretidir gayretim,

Ehli küfr-i serte ser kahr eylemektir niyyetim.

Lütfi Hak’tandır human ümmid-i feth-ü nusretim,

Hamdulillah var gazaya sadhezaran rağbetim.” (5)

İSTANBUL’UN FETHİNİN DÜNYADAKİ SONUÇLARI:

1-Ortaçağ kapanmış, Yeniçağ açılmıştır.
2-Osmanlı Devleti İmparatorluk olmuştur.
3-Doğu Roma İmparatorluğu sona ermiştir.
4-Avrupa’da Reform hareketleri başlamıştır.
5-Fatih Sultan Mehmet ve ordusu peygamberimizin övgüsünü kazanmıştır.

(1)Camiussağir, Cilt:2, Sayfa:104
(2) Nisa Suresi. Ayet:71
(3) Kültür Bakanlığı Göynük Akşemsettin Türbesi Notları.
(4) İslam Ahlakı notları, Prof. M. Yaşar Kandemir.
(5) Fatih'in şiirleri, Sayfa:81

Yeşil Dünyamız



Dünyanın hızla sanayileştiği, ülkelerin stratejik silahlar alanında birbiriyle yarıştığı çağımızda, insanlığı büyük bir sıkıntı bekliyor.
Bu sıkıntı açlık sıkıntısıdır, bu sıkıntı kıtlık sıkıntısıdır.
Bu sıkıntı tarım sıkıntısıdır, bu sıkıntı ağaç ve orman sıkıntısıdır.

Dünya nüfusunun artması, kullanılan tarım arazilerinin azalması, üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir husustur.

Tarım arazilerine fabrikalar kuruluyor, yeşillikler ve ormanlar sorumsuzca yok ediliyor.

Tarih boyunca büyük uygarlıklar, verimli topraklar üzerine kurulmuştur. Vatanının, toprağının kıymetini bilmeyen milletler yıkılmış, büyük uygarlıklar tarihe karışmıştır. Tarihe baktığımız zaman bunun örneklerini görebiliriz.

Orta Asya’da büyük devletler ve uygarlıklar kurmuş olan Türkler, topraklarını korumadıkları, ormanlarının kıymetini bilmedikleri için verimsiz kalan yurtlarını bırakarak dünyanın dört bir tarafına göç etmek zorunda kalmışlardır. Orta doğuda kurulan uygarlıkların yıkılmasının nedenlerinden biride, topraklarının verimsiz hale gelmesidir.

Yeşil bir alan, insanın ruhunu dinlendirir. Küçük bir ağaç yorulan bir insanı gölgesinde barındırır. Açan bir bitki, kokan bir çiçek, kuşların kelebeklerin mekanı olur.

Orman kara toprağın yeşil elbisesidir. Son baharın gelmesiyle yeşil elbisesini çıkaran doğamız, baharın gelmesiyle bu elbisesini yeniden giyer. Rengarenk açan çiçekler, ağaçlar Allah’ın varlığının, birliğinin delilidir.

Dünyamıza renk ve can veren, toprağın kalbi, dağların ruhu olan ağaçlar, Yüce Allah’ın bizlere birer lütfü ve ihsanıdır. Güzel yurdumuzun çayları, dereleri, nehirleri, kenarlarındaki ağaçlar, insan ruhunu okşayan , bir görünüş ve güzelliğe sahiptir.

Rüzgarın etkisi ile sallanan yapraklar, akarsularla beslenen ağaçlar, insanı bir takım düşüncelere götürür. Yıllanmış ağaçlar, ecdadımızın azametini ve haşmetini tasvir eder. Ağaca ve ormana büyük önem veren Ecdadımız, “Yaş kesen, baş keser.” demişdir.

İslam dini, tarım ve ormancılığa büyük önem vermiştir. Cenab-ı Hak, yeryüzünü her türlü bitki ve her türlü ağaçlarla donatmış, o bitki ve ağaçlardan insanlara bir takım ihsanlarda bulunmuş, her şeyi insanoğlunun emrine sunmuştur.

Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:

"Allah, yeryüzünü insanlar için yaratmıştır. Orada meyveler, salkım salkım hurma ağaçları, yapraklı taneler, güzel kokulu otlar vardır. Ey insanlar ve cinler, öyleyse Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?” (1)

“Yeri yaydık, oraya sabit dağlar yerleştirdik, orada her şeyi bir ölçüye göre bitirdik, orada hem sizin için hem de rızkını temin edemeyeceğiz kimseler için, geçimlikler meydana getirdik. Hiçbir şey yoktur ki, hazinesi bizim yanımızda olmasın. Biz onu, ancak belli bir ölçüye göre indiririz. Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik de, yukarıdan (yağmur halinde) su indirdik. Sizi onunla suladık. Yoksa siz onu biriktiremezdiniz.” (2)

"İnsan yiyeceğine bir baksın, doğrusu suyu bol bol indirmekteyiz. Sonra yeryüzüne iyice yaymakta ve orada taneli ekinler, üzümler, sebzeler, zeytin, hurma ağaçları, sık ve bol ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirmekteyiz.” (3)

İnsanoğlunun ben bu fidanı dikeceğim, yetiştireceğim de meyvesinden ne zaman istifade edeceğim, ömrüm buna yetecek mi? Ben bundan sonra kimin için çalışacağım, yiyecek olanlar diksinler, yetiştirsinler gibi düşünceleri İslam’a ters düşmektedir.

Peygamberimizin şu sözleri herkes tarafından bilinmektedir:

“Kıyametin kopacağını haber alsanız bile, elinizde bir fidan varsa, onu dikmekten vazgeçmeyin.”

Başka bir Hadis-i Şeriflerinde:

“Kim ki bir ağaç diker ve onu yetiştirirse, meyvesinden elde edilen her şeyde kendisi için Allah katında bir sadaka vardır.” (4) buyururlar.

Bir adam ceviz ağacı dikmekte olan Ebud-Derda (R.a.)’ya şöyle demiştir:

“Bu ağaç şu kadar yılda meyvesini vermeyeceğine, sen de ihtiyarlayacağına göre hala ağaç mı dikiyorsun?” Ebud-Derda der ki:

“Meyvesini başkası yer, sevabını ben alırım.” (5)

Abbasi Halifesi Harun Reşit, bir gün halkını teftişe çıkar. Ağaç diken bir ihtiyara rastlar ve ona sorar:

“Bu ağacı dikiyorsun, meyvesinden istifade edebilecek misin, ömrün buna yetecek mi?” Bunun üzerine ağaç diken adam:

“Benden öncekilerin diktiği ağaçlardan ben istifade ettim. Benim diktiğimden de, benden sonrakiler istifade etsinler.”

Bu cevap Harun Reşit’in çok hoşuna gider ve o yaşlı adama bir kese altın verir. Bunun üzerine yaşlı adam der ki:

“İşte gördünüz mü? Diktiğim ağaç meyvesini anında verdi.”

Konu ile ilgili sevgili Peygamberimiz de şöyle buyuruyorlar:

“Dünyasını ahireti için, ahiretini de dünyası için terk eden kimse, sizin hayırlınız değildir. Şüphesiz ki dünya ahirete götüren bir vasıtadır. (Bu vasıta aleminde) insanlara yük olmayınız. ” (6)

Topraklarımızı süsleyen, ağaçları sevmek, onları korumak, her Müslüman’ın görevidir. Onları kesmek ve yok etmek, dünyevi ve uhrevi bir cezayı gerektirir.

Yapılan istatistiklere göre, orman yangınların yüzde 36’sı bilinçli olarak meydana gelmektedir. Tarla açmak için yapılan yangınlar, plansız ve düzensiz kesimler ormanların yok olmasının en büyük faktörleridir.

Toprağa dikilen her ağaç, ülkenin nüfus kütüğüne bir insan yazmak gibidir. Bir Müslüman her orman yangınında, en yakın dostunu kaybetmiş kadar üzüntü duymalıdır. Ormanlar bütün ulusun malıdır. Varlığından milletçe neşe, yokluğundan ulusça üzüntü duymalıyız.

Ormanlarımız, Cenab-ı Hak’ın kilitsiz hazinelerdir. Ormanı bekçi ile değil, sevgi ile korumalıyız. Her ağaç, gizli bir çeşme, hayata bağışlanmış yeşil bir anıttır.

Ormanlar, Yüce Allah tarafından yazılmış, en derin anlamı olan biricik kitaplardır.

Ağaçlar, her yaprağında anlamlı cümleler taşır. En güzel yağmur duası, memleketi ağaçlandırmak suretiyle Allah’a yapılan duadır. Konumuzu Peygamberimizin şu hadisi ile bitiriyoruz:

“Herhangi bir Müslüman, bir ağaç diker de, bundan insan, hayvan veya kuş yerse yenen her şey kıyamete kadar o Müslüman için sadaka olur. (7)

(1) Rahman Suresi, Ayet 10-13
(2) Hicr Suresi, Ayet 19-22
(3) Abese Suresi, Ayet 24-31
(4) Ahmet bin Hamel, İslam’da Helal ve Haram, Sayfa 141
(5) Ahmet bin Hamel, İslam’da Helal ve Haram, Sayfa 141
(6) Camiussağir, Cilt 2, Sayfa 215
(7) Riyazüssalihın Tercümesi, Cilt 1, Sayfa 168

Düşünmek İbadettir



Düşünce, aklımızın gücü, mantığımızın parçasıdır.
Düşünce, çalışma ve planlamanın alt yapısıdır.
Düşünce, dış dünyamızın belleğimizde şekillenmesidir.
Düşünce, insanı diğer canlılardan ayıran bir özelliktir.

Düşünmek, insanı bilgiye ulaştırır. Bilginin başı düşünmektir. İnsan hem olumlu, hem olumsuz düşünceye sahiptir. İnsan olumsuz düşünceyi, olumlu düşünceye çevirmesini bilmelidir. Olumlu düşünce mutluluğa, olumsuz düşüce mutsuzluğa götürür. İnsan doğru düşünce ile hedefine ulaşır.

Her şeyin temelinde yüce yaratıcının düşüncesi vardır. Düşünmek ibadettir. Peygamberimiz buyuruyor:

“Bir saatlik düşünme, bin yıllık nafile ibadetten daha hayırlıdır.”

Düşünme bir felsefedir. Felsefe de düşünme bilimidir.

Başlangıçta bütün bilimler felsefenin içindeydi. Zamanla felsefeden ayrılarak bağımsız bilim haline geldiler.

Felsefe, Tales ve Sokrat’la başlamış, Eflatun ve Aristo ile gelişmiştir.

Dekart diyor ki: “Düşüyorum, öyleyse varım.” Var olan insanı da, bir var eden vardır. O da varlıklar ötesi varlık, üstün varlık Allah’tır. Allah, varlıkların ötesinde ve üstündedir. Doğmamıştır, doğrulmamıştır. Onun eşi ve benzeri yoktur. Bütün varlıklar onun eseridir.

Kuran-ı Kerim’de bazı ayetlerin sonunda insanoğlu düşünceye davet edilir. Hz. İbrahim peygamber de, Allah’ın varlığına düşüncesiyle ulaşmıştır. Kral Nemrut, halkını sindirmiş, kendini tanrı olara kabul ettirmiştir. Hükümdarın ilahlığını kabul etmeyen İbrahim peygamber, arayış içine girmiş; gün batmış; karanlık çökmüş; yıldızlar ortaya çıkmıştır. Yüce kudretin yıldızlar olabileceğini düşünmüş, biraz sonra ay doğmuş; yüce kudretin ay olabileceğini düşünmüş; sabah olmuş güneş doğmuş; yüce yaratıcının güneş olabileceğini düşünmüş; akşam olmuş, tekrar yıldızlar doğmuş aynı düzene dönülmüştür. İbrahim peygamber büyük bir yanılgı içinde olduğunun farkına varmış ve demiştir ki: “Ben yıldızları da ayı da güneşi de yaratan, onların ötesinde üstün bir varlığa inanıyorum. Oda benim yaratıcım ve benim İlahım.”

İslam dünyasında büyük düşünürler yetişmiştir. Bunlardan Farabi, İbni Rüşt, İbni Sina ve Harezmî; felsefe- mantık- fizik- matematik- astronomi ve tıp alanında verdikler eserlerle sembol olmuşlardır.

Farabi, İslam felsefesinin kurucusu olup alanında bir ekol olmuş; İbni Rüşt, Avrupa’da en çok tanınan filozof olup orta çağ Hıristiyan dünyasında kendisi ile ilgili bir akım meydana getirmiş; Uluğbey, Bağdat Nizamül Mülk medresesinde ilk uzay çalışmasını başlatmış; Harezmî, ise Cebir ilmininin kurucusu olmuştur.

İlim şarkta doğmuş ve gelişmiş, garp da meyvelerini vermiştir. Bazı İslami eserlerin batı dillerine çevrilmesiyle, Avrupa’da Reform ve Rönesans hareketleri başlamış, hatta bu eserlerden bazıları 19.yy. başlarına kadar Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur.

Konuyu peygamberimizden bir haberle bitirmek istiyorum.

Peygamberimiz yanında birkaç sahabe ile birlikte yürürken yolun kenarında bir adamı gördüğü halde selam vermeden geçip gider. Dönüşte aynı yerden geçerken adama selam verir.

Yanındakiler sorarlar: Ya Rasülellah!

— Giderken niçin selam vermediğiniz halde, dönüşte adama selam verdiniz?

Peygamberimiz buyurdu ki:

—O kişi, biz giderken tembel uyuşuk bir vaziyette oturuyordu. Dönüşte baktım ki, toparlanmış elinde bir çomakla toprağa bir şeyler çiziyor. Belli ki düşünüyor. Düşünmek, çalışmanın başlangıcıdır.

Netice olarak diyoruz ki:

İNSAN BÜYÜK VE OLUMLU DÜŞÜNMELİDİR.