29 Nisan 2008 Salı

Bahar Güzelliği ve Çevre Temizliği



Sonbaharla birlikte cansız hale gelen tabiat, İlkbaharın gelmesiyle yeniden canlandı. Havalar ısındı. Sular çoğaldı. Bitkiler uyandı. Tabiat yeşile boyandı.

Sabahın seher vaktinde evin penceresini açacaksın. Kuş seslerini dinleyeceksin. Baharın kokusunu doya doya içine çekeceksin. Derin tefekkürlere dalacaksın.
Ah! Birde insanlarımız çöpleri gelişi güzel atmasalar. Piknik yerlerini kirletmeseler, sokaklara tükürmeseler ne güzel olur.
Sevgili peygamberimiz sokaklara tükürmenin kötü bir davranış olduğunu beyan etmiştir. (Müslim / 290)
Yol kenarlarına ve gölgeliklere büyük ve küçük abdest yapanlara da lanet etmiştir. (Müslim / 226)
Sultanahmet meydanında içmiş olduğu pet su şişesini bir çöp kutusuna kadar elinde taşıyan bir turiste şahit oldum.
İnsanın ahlaki görevlerinden biri de çevresine karşı sorumluluğudur. Çevre sorumluluğumuzun temelinde ise doğa ve insan sevgisi vardır. Çevreyi korumak dini bir görevdir. Din tarih boyunca insanlar üzerinde etkili olmuş bir olgudur.
Yüce kitabımız Kuran’ı Kerim çevreyi kirletme ile ilgili bakınız nasıl ikazda ve ihtarda bulunuyor:
“İnsanların yaptıkları hatalar yüzünden karada ve denizde bozulma meydana gelmiştir. Hatalarını anlamaları için Allah yaptıklarının kötü sonuçlarını dünyada onlara gösterecektir.” (Rum / 41)
Günümüz insanının karşılaştığı en önemli sorunlardan birisi belki de en önemlisi çevre sorunudur. Bu sorun sadece insanı değil tüm varlıkları tehdit etmektedir. Bu sorun sadece doğayı değil tüm ekolojik dengeyi tehdit etmektedir.
Teknolojinin gelişmesiyle çevre sorunları kat ve kat artmıştır. Yok, olan ormanlar- çölleşen topraklar- nesli tükenen hayvanlar. v.s. Yirmi birici yüzyıla büyük umutlar yerine. Büyük endişelerle girdik. Şehirlerde olduğu gibi köy muhtarları da imece usulü ile köylerimizi temizlemeli, imamlarımız halkımızı bu konuda aydınlatmalıdır.
Gönül dünyanız çiçekler gibi güzel olsun.
Kalplerinize huzur ve mutluluk dolsun.
Allaısmarladık.
Hoşça kalın.
Mutlu ve esen kalın.

Turgut Özal'dan Bir Anı



Bilindiği gibi Turgut Özal 17 / Nisan / 1993 yılında vefat etti. O, herkesin bildiği bir isimdi. Bir döneme damgasını vurarak geldi… Geçti… Gitti…

Ölüm yıldönümünde, Özal ile ilgili bir olayı sizlere nakletmek istiyorum:
Bizler1970 li yıllarda İstanbul Yüksek- İslam Enstitüsünde okurken Türkiye karışıktı. Öğrenci olayları- İşçi olayları vardı. Rahmetli Özal da Silahtar Demir Döküm fabrikasında müdürdü. Cuma günleri fabrikada işçilere Cuma namazı kıldırmak için Yüksek- İslam Enstitüsünden bir öğrenci istemişti. Ehliyetli bir öğrenci görevlendirildi.
Ben de okurken Okmeydanı’nda bir cami de görev yapıyordum. Cuma günleri o görevlendirilen arkadaşla aynı arabada yolculuk yapıyorduk Özal işçilere, Cuma namazı kıldırmak isterken onların dini telkin almasını da istiyordu.
Bir toplantı da İstanbul İlçe Belediye Başkanlarından birisi şunları anlattı: "Ben 1970 li yıllarda Özal’la birlikte sendikacılık yaptım. İşçilerin Cuma günü Cuma namazı için bir saat izinli sayılması konusunda çok mücadele ettik. Ama olmadı.

Gün oldu devran döndü. Özal Başbakan oldu. Bizde sendikacılığa devam ettik. İşçi hakları ile ilgili mücadele verirken, işçilerin cuma namazı için bir saat izinli sayılmaları maddesini de kabul ettirdik. Heyet halinde Ankara’ya Özal’ın ziyaretine gittik. Hoş beşten sonra işçiler ile ilgili alınan kararları kendisine sunduk. Okudu. İnceledi. İşçilerin Cuma namazı için bir saat izinli sayılmaları ile ilgili maddeye gelince, o maddenin üzerini çizdi. Hepimiz donup kalmıştık. Sayın Başbakanım diye konuşacak olduk. Bizi konuşturmadı. Tekrar ederek bu maddeyi çıkaracaksınız dedi. Hayal kırıklı içinde Başbakanlıktan ayrıldık. Yine gün oldu. Devran döndü. Özal Cumhurbaşkanı oldu. Bende Belediye Başkanı oldum. Hac sezonunda ben hacca gitmiştim. Özal da hacca gelmişti. Suudi Arabistan da Bayram sabahında bayramlaşmak için yanına gittik. Bayramlaşırken yüzüme baktı. Ve gülümsedi. Bayramlaşma bittikten sonra orada bulunanlar ayaküstü guruplar halinde sunulan ikramları yerken O, beni yanına çağırdı. Ve bana dedi ki: İşçiler ile ilgili aldığınız kararlar için Ankara’ya yanıma geldiğinizde, ben işçilerin Cuma namazı için izinli sayılmaları maddesinin üzerini çizmiştim. Sizde şaşırmıştınız ve hayal kırıklığına uğramıştınız. Bu gün de getirseniz aynı şeyi yaparım. Ben şu anda kimim? Ben Cumhurbaşkanıyım. Benim üstümde kimse var mı? Yok. Ama durum öyle değil.”

Durumu takdirlerinize sunuyorum. Ölüm yıl dönümünde onu rahmetle anıyorum.

Merhum Sakıp Sabancı



Sakıp Sabancı,hem aile fertleri hem kurum çalışanları hem de Türk Milleti için önemli bir şahsiyetti. O, sevgi doluydu. Konuşmaları ile hem güldürüyor hem de düşündürüyordu. Onu izlerken insan neşe doluyordu.

1933 yılında Kayseri’nin Akçakaya köyünde doğup Adana ve İstanbul da yaşayan Sakıp Sabancı, 10 / Nisan/ 2004 tarihinde vefat etmiştir.
Sabancı, zatürre hastalığı nedeniyle lise eğitimini tamamlayamamış, ancak hayat üniversitesinin bütün bölümlerinde okumuştur.
1948 yılında Akbank’ta çalışma hayatına başlamış, 1966 yılında babası Hacı Ömer Sabancı’nın vefatından sonra kardeşleri ile birlikte Sabancı Holding A.Ş. ni kurarak yönetim kurulu başkanlığına getirilmiştir.
İş dünyasında dolu dolu bir hayat yaşayan Sabancı, TÜSİAD- TOB- Dünya Türk İş Adamları Konseyi Başkanlığı yapmış, iş dünyasından edindiği tecrübelerini kitaplar halinde yayınlamıştır.
Kendisine Türkiye de ve Dünya da birçok kurum ve kuruluş tarafından onur nişanı- şeref nişanı ve fahri doktora unvanı verilmiş, aynı zamanda Devlet Üstün Hizmet Madalyası ile de ödüllendirilmiştir.
O, hem aile fertleri hem kurum çalışanları hem de Türk Milleti için önemli bir şahsiyetti. O, sevgi doluydu. Konuşmaları ile hem güldürüyor hem de düşündürüyordu. Onu izlerken insan neşe doluyordu.
Sözleri kendisine hastı. Davranışları kendisine hastı. Düşüncelerini ifade etmesi kendisine hastı. Kendisine özgü tarzı- şivesi ve gülüşleri belleğimize kaydedilmiştir. Renkli ve enercik kişiliği- insanlara yakın tavırları ile halkın “Sakıp Ağası” olmuştur.
O, sizden- bizden biriydi. Önemli bir kişiydi. Anadolu kültürünü bağrında taşıyordu. Bazen şöyle söylüyordu: “Anam bizi bir araya toplar, bize mantı yapardı.”
O, bütün dünyanın tanıdığı bir kişiydi. Uluslar arası kurumlarla yapılan toplantılarda üretici kişiliği ve straticisi ile her kesimin dikkatini çekmiştir.
O, sosyal yardım kurumlarına ve eğitime yaptığı katkılarıyla manevi yönden geleceğine yatırım yapmıştır. Onun bıraktığı başlıca eserler: Sabanı Vakfı- Sabancı Üniversitesi- Sabancı Camii- Sabancı Hastanesi- Sabancı Müzesi- Sabancı Tiyatro Binası- Sabancı Öğretmen evi- Sabancı Kütüphaneleri- Sabancı Okulları- Sabancı Kreşleri v.s.
Onun kurduğu fabrika ve şirketlerden sadece Türk Milleti değil dünyanın birçok ülkesi de faydalanmaktadır. Dört Kıtada on altı fabrika kurmuştur.
O, bulunduğu Açılış ve toplantıların en gözde simasıydı.
İstanbul da 2002- 2003 Eğitim ve Öğretim yılının başlaması ile ilgili bir tören hazırlanmıştı. Programa pek çok tanınmış sima katılmıştı.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı- İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü- İlçe Kaymakamları- İlçe Milli Eğitim Müdürleri- Okul Müdürleri- Hak İş Federasyonu Başkanı- Ehlibeyt Vakfı Başkanı- Sanatçılardan, Nuri Sesi Güzel- Muazzez Ersoy- Zara- Orhan Hakalmaz- Atena- Basın Mensupları- ve Televizyoncular. Ve Sabancı.
Program yapımcısı şöyle demişti.
“Biraz sonra Sakıp Sabancı gelecek, etraf birden hareketlenecek.” Evet! aynen öyle oldu. “Halkın Sakıp Ağası” geldi. Etrafa coşku ve neşe geldi.
Sakıp Sabancı tedavi için Amerika’ya gitmişti. Orada uzun bir müddet kaldı. Dönüşte şöyle diyordu: “Ülkemi özledim. İstanbul’u özledim. Boğazın iki yakasından gelen ezan seslerini özledim.”
İnsanlar doğarlar- yaşarlar ve ölürler. Ebedi âleme göçerler. Ancak bu dünyada eserleri ile yaşarlar. Ölenler bazen başkalarının dirilişine vesile olurlar.
Eski manken ve oyuncu Yaşar Alptekin şöyle diyor:
“Sakıp Sabancı benim yeniden doğuşuma sebep olmuştur. Gece çalışıyordum. Sabaha yakın eve geldim. Televizyonu açtığımda Sakıp Sabancı’nın vefat ettiğini öğrendim. Birden dondum kaldım. İçimde bir takım duygular meydana geldi. Düşündükçe düşündüm… Ve onun cenazesine katıldım. Ondan sonra benim hayatım değişti. Artık ben İslam’ı yaşayan bir kişi oldum.”
Konumuzu onun şu güzel sözleri ile bitiriyorum.
“Hırçın olmayın. Güler yüzlü ve tatlı dilli olun. İnsan sevdikçe ve sevildikçe mutlu olur. Manevi dünyanız zengin olsun. Maddi zenginlik sonra gelir.”
“Bölüşmeyi- paylaşmayı bilin. Bölüşmek ve paylaşmak kutsal bir iştir. Allah herkese bölüşmeyi paylaşmayı nasip etsin.”
“İnsan ölürken yaptıklarına değil, yapamadıklarına pişman olurmuş. Son nefesinizde yapamadığınız şeyler için üzüntü duyun.”

Allah kendisine rahmet eylesin.

Milli Futbolcu Okan Buruk

Sporcu kamuoyunun sürekli gündeminde olan, gençlerin örnek aldığı bir insandır. Hele hele milli sporcu, müsabakalarda ve maçlarda Türk Milletini temsil etmektedir. Kötü alışkanlıklardan uzak durmalı, konuşmaları ve davranışları ile herkese örnek olmalıdır.

Taraklı Ajans Sitesinde yazı yazmaya başlayalı bir yıl oluyor. Bir yıl önce sizlere “Merhaba” derken değişik konuları “İlmin ışığında” ele alacağımızı belirtmiştim. Bu yazımızda farklı bir konuyu İlmin Işığında değerlendirmek istiyorum. Zaman zaman farklı konuları gündemimize alacağız.

Uzun bir sakatlık döneminden sonra golle sahalara dönen eski İnterli- eski Beşiktaşlı- şimdiki Galatasaraylı- Milli futbolcu Okan Buruk hakkındaki görüş ve düşüncelerimi sizlerle sunuyorum.

Onun sporculuk yönündeki değerlendirmeyi, bu konuda uzman olan kişilere bırakıyorum.

“İlmin ışığında” bir başlıkla bu yazının ne alakası var? Diye düşünmeyin. Çünkü ilim sadece okumak- yazmak- öğrenmek- değildir. İnsanın kendini bilmesi- kendini tanıması- haddini aşmaması- ağır başlı- onurlu- vakarlı olması ilmin ilk basamağıdır.

Yunus Emre derki:
“İlim ilim bilmektir.
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsin
Bu nice okumaktır.”

Bir panelde birlikte olduğum, Okan Buruk da efendilik- ağır başlılık- erdemli kişilik- insani davranışlar gördüm. Video görüntüleri sizler de dikkatle izlerseniz bunu fark edeceksiniz. ( http://tinypic.com/player.php?v=34ozyg6&s=3 )

Atatürk şöyle diyor:
“Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim.”

Sporcu kamuoyunun sürekli gündeminde olan, gençlerin örnek aldığı bir insandır. Hele hele milli sporcu, müsabakalarda ve maçlarda Türk Milletini temsil etmektedir. Kötü alışkanlıklardan uzak durmalı, konuşmaları ve davranışları ile herkese örnek olmalıdır.

Bu özelliklere sahip sporcular daima başarılı olmuşlar ve halkın sevgisini kazanmışlardır.

Mevlit Kandili



/>
Peygamberimiz, Miladi takvime göre 20 / Nisan / 571 yılında, Kameri aylardan Rabiulevvel ayının 12. Pazartesi günü Mekke’de dünyaya gelmiştir. Onun doğumu insanlığın kurtuluşu ve aydınlık bir geleceğin başlangıcı olmuştur.

Peygamberimizin doğduğu asırda dünyada cehalet- zulüm ve haksızlık vardı. Güçlü olan daima haklıydı. İnsanlar köle pazarlarında mal gibi alınıp satılıyor, kadın değersiz ve uğursuz sayılıyordu. İçki aşırı drecede içiliyor, gelecek fala bakılarak belirleniyordu. Mal ve can güvenliği yoktu.

Canab-ı Hak, insanoğlu doğru yoldan saptığı zaman onları hidayete sevk edecek mutlaka bir peygamber göndermiştir. Hz. Muhammed (s.a.v.) de böyle bir atmosferde dünyaya gelmiştir.

“Meryem oğlu Hz. İsa şöyle söylemişti: Ey İsrail oğulları! Ben size gönderilen Allah’ın bir peygamberiyim. Benden önce Tevrat’ın tasdikçisi- Benden sonra gelecek bir peygamberin müjdecisi olarak gönderildim ki, o peygamberin ismi Hz.Muhammed’dir.” (Saf/6)

O, Âlemlerin Rabbinden Âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Kendisine peygamberlik ğörevinin verilmesiyle asırlara sığmayacak inkılâpları kısa bir zaman içersinde gerçekleştirmiştir. Dünyaya insanlık-adalet ve medeniyeti getirmiştir.

O, yüzyıllarca gerçekleştirilemeyen hukuku-hürriyeti-eşitliği-demokrasiyi ve insan haklarını bir solukta dünyaya yerleştirmiştir. Cehalet asrı, saadet asrına dönüştürmüştür.

Peygamberimiz sadece bir kavme bir millete peygamber olarak gönderilmemiştir. O, bütün insanlığa gönderilen evrensel bir peygamberdir.
“Biz seni bütün insanlığa müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik”.(Sebe/28)
Bütün insanlık âlemine rehber olarak gönderilen bir peygambere ümmet olmak bizler için ne büyük bir şereftir.
Bütün varlıklar onun dünyaya gelişini coşku ve sevinçle karşılıyor. Süleyman Çelebi onun dünyaya gelişini şöyle tasvir ediyor:
“Yaratılmış cümle oldu şaduman,
Gam gidip âlem yeniden buldu can.

Cümle zerrati cihan edüp nida,
Çağrışu ben dediler ki merhaba,

Merhaba ey! Ali sultan merhaba,
Merhaba ey! Kani irfan merhaba.”

İnsanlığın kurtuluşu için gönderilen sevgili peygamberimizin doğum yıldönümünü kutlamak, onun yüksek ahlakını anlamak ve onun sünnetine uymakla mümkün olur.
Bu gece Müslümanlar arasında büyük bir coşku ile kutlanmakta, sevgili peygamberimiz derin bir saygı ile anılmaktadır. Onun ahlak ve fazilet dolu hayatını öğrenmek ve kendimize örnek almak en asli gayemizdir. İşte o zaman onun sevgisini ve hoşnutluğunu kazanabiliriz.

Kandil geceleri İslam’ın ilk zamanlarında yoktu. Hicretin üçüncü asrından sonra kutlanmaya başlanmıştır. Türklerde ise ikinci Selim’den itibaren kutlanmış, minarelerde kandiller yakılmıştır. Bundan dolayı böyle mübarek gecelere kandil gecesi denilmiştir.

Peygamberimizin dünyaya teşriflerini anarken onun üstün şahsiyetini ve güzel ahlakını tanımaya, getirdiği evrensel mesajı anlamaya çalışalım. Mevlit kandilinin aydınlığı ile gönüllerimizi aydınlatalım.

Gününüz aydın olsun! Gönlünüze huzur dolsun! Duanız kabul olsun! Kandiliniz mübarek olsun!

18 Mart Çanakkale Zaferi



Birinci Dünya Savaşı, Almanya- Avusturya- Macaristan- Bulgaristan ve Osmanlı Devleti'nin meydana getirdiği İttifak Devletleri ile bunların karşısında yer alan İngiltere- Fransa ve Rusya'nın meydana getirdiği İtilaf Devletleri arasında olmuştur.



Avusturya Veliahdı'nın Saraybosna'da bir Sırp fedaisi tarafından öldürülmesi, savaşın başlamasına sebep olmuştur.

İtilaf devletlerin gayesi, gemilerini boğazlardan geçirerek müttefikleri Rusya'ya yardım etmek; boğazları kendi kontrollerine almaktı.

İngiliz ve Fransızlar, Çanakkale Boğazı'nın girişine gemilerini yığarak savaş için her şeyi planlayıp hesaplamışlardı.

Genel taarruzdan bir gün önce düşman mayın tarama gemileri, Türk gemileri tarafından denize döşenen mayınları toplamışlar; başkumandanlarına boğaz sularının mayınlardan temizlendiğini bildirmişlerdi. Fakat o gece, Nusret adlı küçük bir Türk gemisi boğazı tekrar mayınlamayı başarmıştı.

Her şeyin planlandığı gibi olduğunu zanneden düşman, 17 Mart 1915'de Çanakkale Boğazı'na hücuma geçmiş, patlayan mayınlarla Mehmetçiğin kahramanlığı, Türk milleti'nin cesurluluğu düşmanı hayal kırıklığına uğratmıştır. Çanakkale geçilmezdi ve geçilmedi, Yıl 18 Mart 1915.

Bu savaşta Türk askeri, silah- cephane ve teknik imkânlar bakımından zayıftı. Ama bugüne kadar ülkesi uğrunda canını- kanını feda etmekten çekinmemişti. Vatanını- bayrağını- şeref ve namusunu düşmana çiğnetmemişti.

Çanakkale Savaşı'nda Mehmetçik Allah için- Peygamber için- Ecdadı için savaştı. Bedir Savaşı şehitlerinin rütbesine ulaşmaya çalıştı. Savaşın acısını ruhunun derinliklerinde hisseden Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, o günleri şöyle tasvir ediyor:
"Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya,
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya,

Eski Dünya, Yenidünya, bütün akvamı beşer,
Kaynıyor, kum gibi… Mahşer mi, hakikat mahşer.
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk,
Sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela,
Hani tauna da züldür, bu rezil istila…
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müthiş tipidir: savrulur enkaz-ı beşer...

Çanakkale'de, 250 bine yakın şehit verdik. Fakat Çanakkale'yi ve Çanakkale Boğazı'nı düşmana vermedik. Düşmanlarımız İngiliz ve Fransızlar, kendilerine yardım edenler de bir o kadar ölü verdiler.

Çanakkale Savaşında peygamberlikten sonra en büyük makam olan şehitlik makamına yükselen Aziz askerlerimize şair yine şöyle sesleniyor:

“Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdat inerek öpse o pak anlı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor TEVHİD' i…
BEDR' in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi...

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe!” desem, sığmazsın.
Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber,
Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber.”

Kuran’ı Kerim de şehitler için şu müjde veriliyor: "Cenabı Hak, Cennet mukabilinde Müminlerin canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, harp meydanında şehit ve gazi olurlar. Allah'ın bu öyle vadidir ki, Tevrat'ta da İncil'de de Kuran'da da beyan dilmiştir.” (Tevbe/111)

Peygamber Efendimiz de, şehitler için şöyle buyuruyor: "Sizden biriniz karınca ısırınca ne kadar acı duyarsa, şehit olan kimse de ölüm acısını ancak o kadar duyar." (Riyazüssalihin/ 2 / 558)

Çanakkale Zaferi’nin yıldönümünde tüm şehitlerimizi rahmetle- minnetle- şükranla anıyoruz. Ruhlarına El-Fatiha… AMİN

Mehmet Akif Ersoy ve İstiklal Marşı



r.

Mehmet Akif Ersoy 20/Aralık/ 1873 yılında İstanbul Fatih’te doğmuş, 27/ Aralık/ 1936 yılında yine aynı kentte vefat etmiştir. Mezarı Edirnekapı mezarlığındadır. O, Arapça- Fransızca ve Farsça bilirdi. İstiklal Marşını yazan şair olması nedeniyle Milli Şair olarak isimlendirilir. Mehmet Akif aynı zamanda büyük bir düşünce ve fikir adamıdır. Birinci dönem Burdur milletvekilliği yapmıştır. En büyük eseri safahattır.

Büyük şair Mehmet Akif Ersoy’un dünyasının merkezinde Kuran vardır. O, Süleymaniye ve Fatih camilerinde verdiği vaazlarda Kuran’ı anlatmıştır.” Süleymaniye Kürsüsünde- Fatih Kürsüsünde” isimli kitaplar onun eserleri arasındadır.

Bakınız O, Kuran’la ilgili ne söylüyor:
“Doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı.”

Cumhuriyet döneminde Kuran’ı Kerim’in tercüme ve tefsirine ihtiyaç duyulur. Tercüme yapma işi Mehmet Akif Ersoy’a, tefsir yapma işi de Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’a verilir. Mehmet Akif yaptığı tercümeyi ne hikmetse daha sonra yakarak imha eder.

Mehmet Akif, yaşadıkları ve yazdıkları ile insanlara güzel örnek olmuştur. O, örnek kişiliği- büyük azmi- mücadelesi ve eserleri ile asla unutulmayacaktır. İstiklal ruhu yaşadığı müddetçe, o da yaşayacaktır.

1914 yılında başlayan birinci dünya savaşına dünyanın belli başlı devletleri katılır. Dört yıl süren savaş sonunda birlikte olduğumuz devletler yenilir. Savaş kurallarına göre bizde yenilmiş sayılırız. Ülkemiz, İngilizler- Yunanlılar- Fransızlar- İtalyanlar tarafından paylaşılır.

Tarih boyunca bağımsız yaşamış olan Türk Milleti boyunduruk altına giremezdi. Çünkü istiklali olmayanın istikbali de olmazdı. Yurdun dört bir tarafından gelen ulus temsilcileri 23 Nisan 1920 tarihinde Mustafa Kemal’in önderliğinde Ankara’da Büyük Millet Meclisinde toplanır. Meclis ulusal kurtuluş savaşını başlatır.

Doğudan Dadaşlar- Batıdan Efeler- İç Anadolu’dan Seymenler- Güney Doğudan Sütçü İmam önderliğindeki halk düşmana karşı koyar. Öte yandan düzenli ordular da İnönü’de- Sakarya’da- Dumlupınar’da düşmanı bozguna uğratır.

Kurtuluş savaşının en heyecanlı günlerinde, toplumu bir araya getirmek ve ortak milli duyguları canlandırmak amacıyla bir milli marş yarışması düzenlenir. Bu yarışmaya 724 şiir katılır. Yarışmaya para ödülü olduğu için önce katılmayan Mehmet Akif Ersoy, Maarif vekili Hamdullah Suphi Tanrıöver’in ısrarı üzerine Türk Ordusuna adadığı şiiriyle yarışmaya girer. Sonuçta onun duygu yüklü şiiri birinci olur. 12 / Mart / 1921 tarihinde Milli Marş olarak kabul edilir. Bu şiir daha sonra Osman Zeki Öngör tarafından da bestelenir. Mehmet Akif Ersoy İstiklal Marşının Türk Milletine ait olduğunu belirterek onu Safahat’ına almaz.

İstiklal Marşı on kıta olup ilk iki kıtası Milli Marş olarak söylenir.

Birinci kıtada Mehmet Akif, Türk Milletine sesleniyor. Ona cesaret ve metanet vermek, onda bulunan duyguları harekete geçirmek için “Korkma!” diye hitap ediyor. Ülkede tek bir insan kalıncaya kadar bu ülkenin savunulacağını, bacası tüten en son ocak kalıncaya kadar bu şafaklarda bayrağın dalgalanacağını söylüyor. Bayrak Türk Milletinin parlayan yıldızı, bağımsızlığının sembolüdür. Bayrağın sönmesi Türk Milletinin istiklalini kaybetmesidir.

İkinci kıtada bayrağa sesleniyor. Ülke işgal edilmiş, bazı bölgelerde bayrak indirilmiş, yerine düşman bayrakları asılmıştır. Bayrak kırgın-kızgın ve öfkelidir. Bayraktaki hilal de nazlı bir sevgilinin kaşı gibi çatılmıştır. Türk Milletinin özlemi gülen bir bayraktır. Türk Milleti Allah’a inandığı için özgürlük onun tabii hakkıdır.

Mehmet Akif Ersoy’a hasta yatağında iken derler ki: “Üstat! Bize yeni bir İstiklal Marşı daha yazar mısın?”

Mehmet Akif Ersoy der ki: “Allah, bu Millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın.”

Diyorum ki: “Evet! Allah, bu Millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın. Çünkü İstiklal Marşı öyle bir atmosferde- öyle bir ortamda yazılmıştır ki, Allah bir daha o günleri göstermesin.”

Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u rahmetle- minnetle- şükranla anıyorum.

Yasin - Tebareke - Amme


Kur’an’ı Kerim son kitaptır. Son ilahi mesajdır. O bir hayat nizamıdır. Onda hayatın düzenine ait yasalar vardır. Onda her bilginin şifresi ve anahtarı vardır. O ölülerin kitabı değil, dirilerin kitabıdır.

Yasin- Tebareke (Mülk) ve Amme (Nebe) Kur’an’ı Kerim’in 114 suresinden üçüdür. Müslümanlar arasında özel bir yeri ve önemi vardır. Halkımızla bu sureler o kadar özdeşleşmiştir ki bazen şöyle söylenir: “Yasin okutacağız- Tebareke’ye gidiyoruz- Amme’yi okuyuver.”

Bu sureler hastalara okunur. Ölülere okunur. Doğanlara okunur. Cuma akşamları okunur. Mübarek gün ve gecelerde okunur. Ev toplantılarında okunur.

Yasin- Tebarake ve Amme sureleri hicretten önce Mekke’de indirilmişlerdir.

Yasin suresi: Kur’an’ı Kerim’in 36. suresi olup 83 ayettir. Adını başındaki “Ey İnsan!” manasına gelen “Ya Sin”den alır.

Tebareke suresi: Kur’an’ı Kerim’in 67. suresi olup 30 ayettir. Adı “Mülk” suresidir. Bu adı ilk ayette geçen “Mülk” kelimesinden alır. Halk arasında “Tebareke” suresi olarak da isimlendirilir.

Amme suresi: Kur’an’ı Kerim’in 78. suresi olup 40 ayettir. Adını ikinci ayetteki “Haber” manasına gelen “Nebe” kelimesinden alır. Halk arasında “Amme” suresi olarak da isimlendirilir.

Bu surelerin önemi ve fazileti ile ilgili peygamberimizin birçok hadisi şerifleri vardır. İşte onlardan bazıları:

“Her şeyin bir kalbi vardır. Kur’an’nın kalbi de Yasin’dir. Kim Yasin’i okursa, Allah ona on defa Kur’an okumuş kadar sevap ihsan eder.”(Tirmizi)

“Kur’an’ı Kerim’de otuz ayetlik bir sure vardır. Bu sure kendisini okuyan kimseye kıyamet gününde şefaat eder. O sure de Mülk suresidir.”(Ebu Davut)

“İkindi namazından sonra Nebe suresini okuyan kimsenin Canab-ı Hak kıyamet günü günahını azaltır.”(Tirmizi)

Neden bu üç sure beraber anılmaktadır? Neden bu surelerin okunması tavsiye edilmiştir? Bu surelerin özelliği nedir?

Bu üç surede değişik ve önemli konular anlatılır. Ancak bu üç surenin ortak bir noktası vardır. Bu üç surede evrenin düzenine dikkat çekilir. Yeryüzünden ve gökyüzünden bahsedilir.

İşte o ayetlerden bazılarını dikkatinize sunuyorum:

YASİN SURESİNDEN:

“Ölü olan toprak insanlar için bir ibrettir. Biz o kuru toprağı yağmurlarla sulayıp ona hayat verdik. İnsanların yemeleri için o topraktan hububat çıkardık. Orada çeşitli bitkilerle donatılmış bahçeler meydana getirdik. Onların sulanması içinde akarsu ve nehirler oluşturduk. Ki bunların mahsulünden ve kendi yetiştirdiklerinden yesinler. Gece insanlar için bir ibrettir. Gündüzü geceye çeviririz. Birden karanlıkta kalırlar. Güneş kedi ekseni etrafında döner. Ayın da kendine ait yörüngesi vardır. Ne güneş ayın önüne geçebilir; nede gündüz gecenin önüne geçebilir. Hepsi de bir kanuna tabidir.”(Yasin/33-40)

MÜLK SURESİNDEN:

“Gökyüzünü yedi kat tabaka halinde yaratan Allah’dır. O’nun yaratıklarında bir düzensizlik görmek mümkün değildir. Biz semayı kandil gibi ışık veren yıldızlarla donattık. O semada kanat çırparak uçan dizi dizi kuşları görmez misiniz? Söyleyin bakalım: Yağan yağmurlarla beslenen yer altı sularınız kuruyacak olsa, artık size kim su sağlayabilir”.(Mülk/3-4-5-19-30)

NEBE SURESİNDEN:

“Yeryüzünü bir beşik- dağları da onun içinde direk yarattık. Sizleri de çift çift eş olarak yarattık. Uykunuzu da dinlenme vakti yaptık. Geceyi de bir örtü yaptık. Gündüzü de geçiminiz için çalışma zamanı yaptık. Üstünüze yedi kat gök bina ettik. Oraya parlayan yıldızlar yerleştirdik. Sıkışan bulutlardan şarıl şarıl yağmur indirdik. Onlarla taneler- bitkiler- sarmaş dolaş olmuş bahçeler meydana getirdik.”(Nebe/6-16)

Yüce Allah bu ayetlerde evren ile ilgili çok anlamlı beyanlarda bulunuyor. Bize evrendeki olağanüstü sahneleri ve ilahi sanat güzelliğini sunuyor.

İnsan evrenden gelen sinyalleri algılamaya hazır olduğun zaman: Gözler evrenin güzelliğini- görkemini temaşa etmeye doymaz. Kalpler dolaysız gelen ilhamı- mesajları algılamaktan bıkmaz. Akıl evrenin ince düzenini- ince sistemini düşünmekten yorulmaz. Çünkü evrende muazzam bir düzen ve kusursuzluk vardır.

Daha düne kadar ilim Güneşin ve Ayın sabit olduğunu söylüyordu. Oysa Kur’an bundan 1400 sene önce Yasin suresinin 38. ve 39. Ayetlerinde güneşin ve ayın kendi ekseni etrafında döndüğünü beyan etmişti.

Mülk suresinde yerin ve göğün yedi tabakadan meydana geldiği belirtiliyor. Bugün yeryüzünde iki tabaka biliniyor. O da yeryüzü tabakası ile madenleri oluşturan yer altı tabaksıdır. Gökyüzünde ise iki tabaka biliniyor. Biri hava tabakası, diğeri de atmosfer tabakasıdır.

Nebe suresinde yıldızlardan- gece ile gündüzün oluşumundan- yeryüzü şekillerinden- bitki örtüsünden- bulutlardan- yağmurun yağmasından bahsediliyor.

Kur’an’ı Kerim son kitaptır. Son ilahi mesajdır. O bir hayat nizamıdır. Onda hayatın düzenine ait yasalar vardır. Onda her bilginin şifresi ve anahtarı vardır. O ölülerin kitabı değil, dirilerin kitabıdır.

Bu konuda sözlerin en güzelini Milli Şairimiz Merhum Mehmet Akif Ersoy söylemiştir:

“İnmemiştir hele Kur’an, şunu hakkiyle bilin;

Ne mezarlıkta okunmak, nede fal bakmak için.”

Geliniz! Yasin- Tebareke ve Amme surelerini çok okuyalım. Okudukça ilahi mesajları düşünelim. Düşündüklerimizi de analiz edelim. Emeğimiz karşılığı verilecek sevabı da geçmişlerimize bağışlayalım.

19 Şubat 2008 Salı

Mazide Kalanlar

Bu video görüntüleri 1984 yılında Akçapınar köyünde okunan bir Mevlit programında çekilmiştir. Aradan yirmi dört yıla yakın bir zaman geçmiştir. Mazide kalan bu görüntüleri sunarak sizleri geçmişe götürmek istiyorum.



Bu görüntülerde Akçapınar köyü- Duman köyü- Hacıaliler köyü- Pirler köyü- Karaahmetler köyü- Çamtepe köyü- Cansızlar köyü- Gökçeözü köyü- Gerişler köyü- Narzanlar köyü ile Taraklı ilçe merkezinde yaşayan veya rahmetli olan insanlarımız vardır.

Bu video görüntülerini dikkatle izlerseniz mutlaka bir tanıdığınızı bir sevdiğinizi görürsünüz. Bu kimselerden bazıları bugün aramızda yoktur. Ebedi âleme göçüp gitmişlerdir.

Her başlangıcın bir sonu, her çıkışın da bir inişi vardır. Bir gün gelecek kâinattaki bu muazzam düzen bozulacak. Güneş- Ay ve Yıldızlar kararacak. Hayat son bulacaktır. İşte buna kıyamet denir.

Dünyaya gelen her canlı bir gün mutlaka ölecektir. Her insanın ölümü kendisi için kıyametin kopmasıdır. İnsan nerede- ne zaman- nasıl öleceğini bilemez.

Kuran’ı Kerim’ de şöyle buyrulur:

“Beş şey vardır ki, o beş şeyin bilgisi Allah’ın ilminde saklıdır:

1-Kıyametin ne zaman kopacağını ancak yüce Allah bilir.
2-Yağmurun nereye- ne zaman- ne kadar yağacağına O, karar verir.
3-Anne rahmindeki çocuğun geleceğine ait bilgileri ancak O,bilir
4-İnsanın başına yarın neler gelecek- neler olacak yine O, bilir.
5-İnsanın nerede- ne zaman öleceğini Ondan başka bilen yoktur.” (Lokman / 34)

Dünya misafir hanedir. İnsanlar da bu dünyada misafirdir. Misafir gittiği yerde uzun süre kalmaz. İnsanlarda dünyada ebedi kalmazlar. Dünyaya gelen her insan bir gün bu dünyadan mutlaka göçüp gider.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ecel geldiği zaman ne bir saat geri kalır, ne de bir saat ileriye gider.” (Yunus / 49)

Bu dünyadan ne saltanat sahipleri, ne mülk sahipleri göçüp gitmişlerdir. Ne sevgi dolu insanlar, ne muhabbeti tatlı insanlar aramızdan ayrılmışlardır.

Bakınız Yunus Emre ne söylüyor:

Dünyadan göçüp gidenler,
Ne gelirler ne bir haber verirler.
Üzerinde türlü türlü otlar bitenler,
Ne gelirler ne bir haber verirler.

Ölenler eserleri ve hatıraları ile yaşarlar. Bu kısa dünya hayatında dostça- kardeşçe yaşayalım. Kimseye kötülük etmeyelim. Kimseye buğuz etmeyelim. Kin- nefret- haset ve düşmanlıktan uzak duralım. Ey Allah’ın kulları! Gelin dost kalalım. Kardeş olalım.

Bu görüntülerde olup da bu gün aramızda olmayan, mazide kalan bu tanıdığımız ve sevdiğimiz kimseleri Rahmetle – Minnetle- Şükranla anıyorum. Ruhlarına Fatiha…..AMİN…

İnsanlık Tarihi ve Darwin Teorisi



Kutsal dinlere göre ilk insan Hz. Âdem’dir. Yüce Allah onu topraktan yaratmıştır. Uyum sağlaması için özünün de yeryüzünün elementlerinden olmasını dilemiştir.

İnsanoğlu yerin her tarafından alınan toprak cinslerinin birleştirilmesiyle yaratılmıştır. Bundan dolayı insanlar değişik karakterler taşımaktadır. Kendilerinde bulunan toprak miktarlarına göre insanların kimi kırmızı- kimi beyaz- kimi siyah- kimi bunların arasında bir renktedir. Huy bakımından da kimi yumuşak- kimi sert- kimi kötü- kimi de iyidir.

Allah insanı mükemmel ve en güzel bir biçimde yaratmış, onu yaratırken de toprağı çeşitli hal ve safhalardan, bir evrim sürecinden geçirmiştir.

Evrim: Kademe kademe oluşan bir değişim ve gelişimdir. İnsanın iki unsuru vardır. Su ve toprak. Yeryüzünün 3/4 sudur. İnsanın da vücudunun 3/4 sudur.

Toprağın su ile karıştırılıp, şekil ve suretin tamamlanmasından sonra Hz. Âdem’e can ve ruh verilmiştir. Bundan sonra insanoğlunun soyu kendi sulbünden, Hz. Âdem’den devam etmiştir.

Kuran’ı Kerim de insanın yaratılışı şöyle anlatılır:

“Biz ilk insanı süzme çamurdan yarattık. Sonra onu bir sistem halinde döl suyu damlasıyla korumalı bir yuvaya (rahme) yerleştirdik. Sonra bu döl suyu damlasından hücreyi yarattık. Sonra bu hücreden cenini; ceninden de kemikleri yarattık. Sonra da kemiklere et giydirip onu mükemmel bir varlık haline getirdik. Öyleyse yaratanların en büyük ustası olan Allah ne kadar yücedir.”(Müminun / 12-14)

İnsanoğlunun yaratılış ile ilgili çeşitli efsaneler üretilmiş, tarih boyunca kurulan medeniyetler insanın orijinalini bulmaya çalışmışlardır. Tüm türlerin ortak bir canlıdan meydana geldiğine, zamanla değişime uğradığına dair bir nazariye ortaya atılmış, adına da Evrim Teorisi denilmiştir.

Tarihi eski Yunan’a -Antik çağa kadar dayanan Evrim Teorisi, 19.yüzyılda yaşayan İngiliz doğa bilimcisi Darvin tarafından ileriye sürülmüş bir nazariyedir.150 yıllık bir geçmişi olmasına rağmen dünyada tartışma meydana getiren, bilim tarihin de ayrılıklara, tartışmalara yol açan biyolojik bir teoridir. Konu insan olunca bu teori her kesimi, her alanı etkilemiş; ispatlamaya çalışanlar olduğu gibi çürütmeye çalışanlar da olmuştur.

Evrim Teorisi, deney ve gözleme dayanan bir teori değildir. Çünkü evrim için çok uzun bir süreç gerekmektedir. Böyle uzun bir süreç de hiçbir zaman deney veya gözleme dayanmaz. Evrim Teorisi’nin, Newton kanunu gibi kesinleşmiş bir yapısı yoktur.

Evrim Teorisi, hem Hıristiyan hem Yahudi hem Müslümanlarca yaratılışı inkâr manasına geldiğinden kabul edilmemiş, din ve bilim otoritelerince karşı çıkılmıştır.

Evrim Teorisinin ortaya çıktığı asırda ilim ve teknoloji zamanımızdaki kadar ilerlememişti. O dönemde hücre, canlının en küçük yapısını teşkil eden obje olarak biliniyordu. Oysa hücrenin içinde ondan daha küçük DNA moleküllerinin olduğu tespit edilmiştir.

Eğer Evrim Teorisinin öne sürdüğü gibi bir türden diğer bir türe geçiş var ise, bu değişikliği yapan faktörlerin açıklanması gerekir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi canlıların temel maddesi hücrelerde bulunan DNA molekülleridir. Bir canlının tüm karakterleri DNA yapısında saklıdır. İnsan vücudu ile ilgili tüm bilgiler burada kodlanmıştır. DNA çok hassas bir yapıya sahiptir. DNA’yı bozacak bir dış etki, canlıyı olumsuz bir şekilde etkiler ve DNA’sının bozulmasına yol açar. Bu da canlının ölümüne sebep olur.

Türlerinin birbirine dönüşmesi imkânsızdır. Çünkü doğa da böyle bir güç yoktur. Doğa dediğimiz olgu: Taşı-toprağı -havayı -suyu oluşturan bütün bilinçsiz atomların bir toplamıdır. Bunca cansız madde yığının bir solucanı oluşturacak; sonrada onu bir balığa çevirecek; sonrada onu karaya çıkarıp sürüngen yapacak; sonrada onu uçan kuş yapacak; en sonunda insana dönüştürecek bir güce sahip değildir. Bu güne kadar yeryüzünde canlıların evrimleştiğine dair tek bir gözlenmiş delil yoktur.

Darvin Teorisinin fosil kalıntıları ile kanıtlanabileceği öne sürülmüş, ancak birçok biyolojik ve evrensel faktörlerin bu fosillerde deformasyonlara yol açacağı unutulmuştur.

Sonuç olarak diyorum ki: Nazariye halinde olan Darvin Teorisi dünyadaki birçok bilim adamınca kabul edilmemiştir.

Kutsal dinlerin beyan ettiği gibi insanoğlu Hz. Âdem’den meydana gelmiş; Hz. Âdem’de topraktan yaratılmıştır. İnsanın topraktan yaratıldığına dair birçok bilimsel delil vardır.

Toprağın içinde bir takım elementler vardır. Toprakta demir vardır, kalsiyum vardır, fosfor vardır, magnezyum v.s. vardır. İnsanın yapısı incelendiği zaman aynı elementlerin insanın yapısında da olduğu görülür. Rahatsızlanıp doktora gittiğimiz zaman Doktor: “Sende demir eksikliği var-sende kalsiyum eksikliği var” der. Ve ilaç verir.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi toprakta bir takım renkler vardır. Kırmızı toprak vardır-siyah toprak vardır-beyaz toprak vardır. Aynı renkler insanlarda da İnsan toprakla hayatını devam ettirir. Geniş düşündüğümüz zaman her şey ya direk ya da endirekt topraktandır. İnsan toprakla beslenir- toprakla yaşar- toprağa döner.

İnsan ölünce ruh bedenden ayrılır. Ona kimse sahip çıkmaz olur. Annesi babası ve bütün sevdikleri onu biran önce yerine göndermek isterler. Daha fazla bekletemezler. Onu toprağa gömerler. Böylece insan da hakiki dostuna kavuşur. Aslına dönüşür.

İnsanoğlu artık şöyle söyler: “Benim sadık yârim kara topraktır.”

Hocaların Hocası



İç ve dış düşmanlar tarafından yıkılan Osmanlı Devletinin yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, Ülke de yenilik ve kalkınma hareketleri başlamıştı.

Dini bilimlerle Pozitif bilimlerin bir arada verildiği Medreseler kapanmış, yerine üniversiteler açılmıştı.

1949 yılına kadar Türkiye de dini eğitim veren eğitim kurumları yoktu. Halkın dini eğitim ihtiyacı son medrese mezunu hocalar tarafından karşılanıyordu.

Yazımıza “Hocaların Hocası” diye başladığımız Rahmetli Mehmet Akbulut hoca efendi, 1895 yılında doğmuş, iyi bir dini eğitim görmüştür.

Bölgesinde: “Duman Köylü Koca Hafız veya Duman Köylü Hafız Dayı” olarak tanınırdı. Dini bir konuda bilgisine başvurulacak tek kişiydi.

Birinci dünya savaşını, kurtuluş savaşını, ikinci dünya savaşını görmüş, almış olduğu dini eğitimle yaşadığı bölgede halkı aydınlatmış ve birçok talebe yetiştirmiştir.

O, Hayır cemiyetlerinde ve mevlitlerde halka vaaz veren, halkı irşat eden tek kişiydi. Mütevazı bir kişiydi. Feraset sahibiydi. Sevilirdi, sayılırdı.

Halk dini bir konuda tereddüde düştüğü zaman: “Bu konuyu Duman Köylü Koca Hafız Dayıya soralım” derlerdi.

Bir asrın üzerinde yaşayan rahmetli hocamız, 23 Temmuz 1998 yılında vefat etmiştir.

İslam dini ilime çok önem vermiş, bilenlerle bilmeyenlerin bir tutulamayacağını vurgulamış, peygamberimiz de âlimi övmüştür.

O, buyurmuştur ki: “Âlimin ölümü âlemin ölümüdür.”

Ölüm yıl dönümünde biz de hocamızı rahmetle- minnetle- şükranla anıyoruz

Sizlere 1984 yılında Akçapınar köyünde bir mevlitte çekilmiş onun video görüntülerini sunuyoruz…

İstanbul'un Fethi



Miletlerin kendilerine mahsus milli bayramları ve zaferleri vardır. Bu bayramlar, o milletin diğer milletlere karşı kazandığı zaferlerdir.
İstanbul’un fethi de böyle bir zaferin neticesidir.

Asırlar önce, İstanbul ile ilgili Peygamberimiz, Efendimiz şöyle buyurmuştu:
“Kostantiniyye (İstanbul), elbette fetih olunacaktır. O’nu fetheden komutan ne güzel komutan, O’nun askeri ne güzel askerdir.” (1)
Bu övgüyü kazanmak, bu müjdeye nail olmak için, İstanbul Müslümanlar tarafından defalarca kuşatılmış, fakat bir türlü alınamamıştır. İlk sefer Emevi Halifesi Mesleme bin Abdülmelik zamanında yapılmıştır. Bu sefere sahabelerden bazıları da katılmıştır.
Bunlardan biri de (Eba Eyüp El- Ensari) Eyüp Sultan Hazretleridir.

Kur’an-ı Kerim’de düşmana karşı savaşma konusunda şöyle buyuruluyor:
“Ey iman edenler, düşmana karşı hazırlığınızı görün ve silahlarınızı takınarak savaşa hazır olun da, birlikler halinde savaşa çıkın yahut toptan seferber olun.” (2)
Aradan seneler geçmiş, takvimler 29 Mayıs 1453’ü gösteriyordu. Günlerden Salı. Osmanlı İmparatorluğu’nun başına geçen yirmi bir yaşındaki II. Mehmet şöyle diyordu:
“Ya ben Bizans’ı alırım, Ya Bizans beni.”
Genç hükümdar boğazdan gelecek tehlikeleri önlemek, düşman gemilerini kontrol etmek için boğaza bir hisar yapmaya karar vermiş; projeyi de bizzat kendisi hazırlamıştır. Bu projenin üsten görünüşünde Muhammed yazıyordu. Adı Rumeli Hisar’ı olan bu eser, dört ay gibi kısa bir zamanda bitirilmiştir. Rumeli Hisarı’nı gören yabancılar, bunun dört ay gibi kısa bir sürede bitmesinin mümkün olamayacağını, burada olağanüstü bir durumun olduğunu söylüyorlar.
Osmanlı İmparatorluğu’nun genç hükümdarı II. Mehmet, dünya tarihinde bir ilki gerçekleştirerek, bir gecede Türk gemilerini Dolmabahçe koyundan, Beyoğlu tepelerinden, Kasımpaşa kıyılarından Haliç’e indirmiştir. Sabahın erken saatlerinde Türk gemilerini Haliç’te gören Bizanslılar şaşırmıştır.
Diğer taraftan asrın en büyük topları imal edilmişti. Bu toplar da Edirnekapı ve Topkapı surlarını dövüyordu. Açılan deliklerden Osmanlı Ordusu şehre giriyor, şehir karadan ve denizden kuşatılarak İstanbul’ un fethi gerçekleşiyordu.
Bu kuşatmada kahraman asker Ulubatlı Hasan elindeki sancağı surlara dikerek şehitlik mertebesine ulaşmıştır.

Şehitlik Peygamberlikten sonra gelen en yüce makamdır. Aziz şehitlerimize milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy şöyle sesleniyor:

“Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber,
Sana ahucunu açmış duruyor Peygamber.”

Şehir adını da değiştirerek teslim olmuştu. Konstantiniyye İstanbul adını almıştı.
1 Haziran 1453’te II. Mehmet’in bir ahitnamesi ile teslim olan şehir nüfusunun büyük bir bölümü ile temel yapılar Osmanlı idaresine geçmiştir.
Bu ahitname ile halka “Aman”, yani İslam dinine göre Sultan’ın yemini ile can ve mal güvenliği verilmişti. II. Mehmet, şehre hemen bir Voyvoda ve Kadı atayarak kenti doğrudan doğruya Osmanlı idaresine bağlamıştır.

Bu tarihte şehirde Cenevizliler, Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler vardı.

Bizans temsilcileri, şehrin anahtarlarını teslim etmek için Osmanlı Ordusu’nun bulunduğu yere gelmişler, Akşemsettin ve Molla Gürani gibi büyüklerin hükümdar olacağını tahmin ederek anahtarları onlara vermek istemişlerdi. Fakat bu ulu kişiler kendilerinin hükümdar olmadığını, yanlarında bulunan yirmi bir yaşındaki genç hükümdar II. Mehmet’i göstererek hükümdarın O olduğunu söylemişlerdir.

Kendisine anahtarları teslim etmeye gelen elçiye genç hükümdar şöyle diyordu:

“Evet, hükümdar benim, Padişah benim, Fatih benim. Fakat beni yetiştiren, beni Fatih yapan hocalarımdır. Ben onların eseriyim. “ (3)

Evet, hoca ile talebe arasındaki saygıya ve nezakete bakınız.
Yirmi bir yaşındaki genç II. Mehmet, Fatih Sultan Mehmet Han unvanını almıştı. Bir devir kapanıyor, bir devir açılıyordu. Orta Çağ kapanıyor, Yeni Çağ açılıyordu.

Fatih Sultan Mehmet ile yükselmeye başlayan Osmanlı İmparatorluğu, tarihte altı yüz sene cihan hâkimiyeti kurmuştur. Bu hâkimiyetin en büyük sebebi adalettir.

Fatih Sultan Mehmet kendi adına bir cami yaptırmak ister. Caminin ustalarından biri de Rum’dur. Bu usta caminin sütunlarında bir değişiklik yapar. Durum kendisine bildirilen Fatih Sultan Mehmet, bilgi verilmeden böyle bir değişiklik yapıldığı için Rum Usta’nın elinin kesilmesine hükmeder. Rum Usta mahkemeye başvurur. Davaya Kadı Hızır Efendi bakar. Davalı ve davacıyı mahkeme salonuna çağırır. Fatih Sultan Mehmet içeriye padişah havası içerisinde girerek orada bulunan sandalyeye oturmak ister. Mahkeme başkanı kadı Hızır Efendi:
“Lütfen ayağa kalkınız, siz şu anda sanık durumundasınız. Burası adalet divanıdır.” diyerek padişahı uyarır.
Her iki tarafın ifadesi alındıktan sonra karar okunur. Fatih Sultan Mehmet haksız bulunarak Rum Usta’nın elini kestirdiği için, kısasa kısas onun da elinin kesilmesine karar verilir. Herkes müteessir olmuştur. Araya vezirler, âlimler girerek Rum Usta’yı kısastan vazgeçirmeye çalışırlar. Sonunda Rum Usta ikna olur. Tazminat karşılığında davadan vazgeçer. Hüküm, nafaka ve tazminata çevrilerek neticelenmiş olur.

Kadı Hızır Efendi, Rum Usta’ya ve çocuklarına yetecek kadar günlük 50 akçe ile hayatlarının sonuna kadar nafaka ödenmesine, elinin kesilmesiyle cemiyet içerisinde itibarının kaybolmasından dolayı bir defaya mahsus olmak üzere yüz akçe tazminat ödenmesine karar verir.
Mahkeme bittikten sonra Fatih Sultan Mehmet, Kadı Hızır Efendi’nin makamına girer ve der ki:
“Bak, Kadı Hızır Efendi, beni padişah diye iltimas etseydin, belimdeki şu kılıçla başını uçuracaktım.”

Kadı Hızır Efendi de şu cevabı verir:

“Sen de padişahım diye gururlanıp, kararlarıma muhalefet edip, mahkemenin huzurunu bozsaydın, adaletin kutsiyetini çiğneseydin, (oturduğu postun altındaki hançeri göstererek) bunu kalbine saplardım.” (4)

İşte Osmanlı İmparatorluğunu altı yüz sene ayakta tutan bu anlayıştır, bu adalettir.

Fatih Sultan Mehmet âlim di, mühendis di, şair di.

Şu güzel mısralar ona aittir.

“Dini İslam’ın mücerret gayretidir gayretim,

Ehli küfr-i serte ser kahr eylemektir niyyetim.

Lütfi Hak’tandır human ümmid-i feth-ü nusretim,

Hamdulillah var gazaya sadhezaran rağbetim.” (5)

İSTANBUL’UN FETHİNİN DÜNYADAKİ SONUÇLARI:

1-Ortaçağ kapanmış, Yeniçağ açılmıştır.
2-Osmanlı Devleti İmparatorluk olmuştur.
3-Doğu Roma İmparatorluğu sona ermiştir.
4-Avrupa’da Reform hareketleri başlamıştır.
5-Fatih Sultan Mehmet ve ordusu peygamberimizin övgüsünü kazanmıştır.

(1)Camiussağir, Cilt:2, Sayfa:104
(2) Nisa Suresi. Ayet:71
(3) Kültür Bakanlığı Göynük Akşemsettin Türbesi Notları.
(4) İslam Ahlakı notları, Prof. M. Yaşar Kandemir.
(5) Fatih'in şiirleri, Sayfa:81

Yeşil Dünyamız



Dünyanın hızla sanayileştiği, ülkelerin stratejik silahlar alanında birbiriyle yarıştığı çağımızda, insanlığı büyük bir sıkıntı bekliyor.
Bu sıkıntı açlık sıkıntısıdır, bu sıkıntı kıtlık sıkıntısıdır.
Bu sıkıntı tarım sıkıntısıdır, bu sıkıntı ağaç ve orman sıkıntısıdır.

Dünya nüfusunun artması, kullanılan tarım arazilerinin azalması, üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir husustur.

Tarım arazilerine fabrikalar kuruluyor, yeşillikler ve ormanlar sorumsuzca yok ediliyor.

Tarih boyunca büyük uygarlıklar, verimli topraklar üzerine kurulmuştur. Vatanının, toprağının kıymetini bilmeyen milletler yıkılmış, büyük uygarlıklar tarihe karışmıştır. Tarihe baktığımız zaman bunun örneklerini görebiliriz.

Orta Asya’da büyük devletler ve uygarlıklar kurmuş olan Türkler, topraklarını korumadıkları, ormanlarının kıymetini bilmedikleri için verimsiz kalan yurtlarını bırakarak dünyanın dört bir tarafına göç etmek zorunda kalmışlardır. Orta doğuda kurulan uygarlıkların yıkılmasının nedenlerinden biride, topraklarının verimsiz hale gelmesidir.

Yeşil bir alan, insanın ruhunu dinlendirir. Küçük bir ağaç yorulan bir insanı gölgesinde barındırır. Açan bir bitki, kokan bir çiçek, kuşların kelebeklerin mekanı olur.

Orman kara toprağın yeşil elbisesidir. Son baharın gelmesiyle yeşil elbisesini çıkaran doğamız, baharın gelmesiyle bu elbisesini yeniden giyer. Rengarenk açan çiçekler, ağaçlar Allah’ın varlığının, birliğinin delilidir.

Dünyamıza renk ve can veren, toprağın kalbi, dağların ruhu olan ağaçlar, Yüce Allah’ın bizlere birer lütfü ve ihsanıdır. Güzel yurdumuzun çayları, dereleri, nehirleri, kenarlarındaki ağaçlar, insan ruhunu okşayan , bir görünüş ve güzelliğe sahiptir.

Rüzgarın etkisi ile sallanan yapraklar, akarsularla beslenen ağaçlar, insanı bir takım düşüncelere götürür. Yıllanmış ağaçlar, ecdadımızın azametini ve haşmetini tasvir eder. Ağaca ve ormana büyük önem veren Ecdadımız, “Yaş kesen, baş keser.” demişdir.

İslam dini, tarım ve ormancılığa büyük önem vermiştir. Cenab-ı Hak, yeryüzünü her türlü bitki ve her türlü ağaçlarla donatmış, o bitki ve ağaçlardan insanlara bir takım ihsanlarda bulunmuş, her şeyi insanoğlunun emrine sunmuştur.

Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:

"Allah, yeryüzünü insanlar için yaratmıştır. Orada meyveler, salkım salkım hurma ağaçları, yapraklı taneler, güzel kokulu otlar vardır. Ey insanlar ve cinler, öyleyse Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?” (1)

“Yeri yaydık, oraya sabit dağlar yerleştirdik, orada her şeyi bir ölçüye göre bitirdik, orada hem sizin için hem de rızkını temin edemeyeceğiz kimseler için, geçimlikler meydana getirdik. Hiçbir şey yoktur ki, hazinesi bizim yanımızda olmasın. Biz onu, ancak belli bir ölçüye göre indiririz. Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik de, yukarıdan (yağmur halinde) su indirdik. Sizi onunla suladık. Yoksa siz onu biriktiremezdiniz.” (2)

"İnsan yiyeceğine bir baksın, doğrusu suyu bol bol indirmekteyiz. Sonra yeryüzüne iyice yaymakta ve orada taneli ekinler, üzümler, sebzeler, zeytin, hurma ağaçları, sık ve bol ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirmekteyiz.” (3)

İnsanoğlunun ben bu fidanı dikeceğim, yetiştireceğim de meyvesinden ne zaman istifade edeceğim, ömrüm buna yetecek mi? Ben bundan sonra kimin için çalışacağım, yiyecek olanlar diksinler, yetiştirsinler gibi düşünceleri İslam’a ters düşmektedir.

Peygamberimizin şu sözleri herkes tarafından bilinmektedir:

“Kıyametin kopacağını haber alsanız bile, elinizde bir fidan varsa, onu dikmekten vazgeçmeyin.”

Başka bir Hadis-i Şeriflerinde:

“Kim ki bir ağaç diker ve onu yetiştirirse, meyvesinden elde edilen her şeyde kendisi için Allah katında bir sadaka vardır.” (4) buyururlar.

Bir adam ceviz ağacı dikmekte olan Ebud-Derda (R.a.)’ya şöyle demiştir:

“Bu ağaç şu kadar yılda meyvesini vermeyeceğine, sen de ihtiyarlayacağına göre hala ağaç mı dikiyorsun?” Ebud-Derda der ki:

“Meyvesini başkası yer, sevabını ben alırım.” (5)

Abbasi Halifesi Harun Reşit, bir gün halkını teftişe çıkar. Ağaç diken bir ihtiyara rastlar ve ona sorar:

“Bu ağacı dikiyorsun, meyvesinden istifade edebilecek misin, ömrün buna yetecek mi?” Bunun üzerine ağaç diken adam:

“Benden öncekilerin diktiği ağaçlardan ben istifade ettim. Benim diktiğimden de, benden sonrakiler istifade etsinler.”

Bu cevap Harun Reşit’in çok hoşuna gider ve o yaşlı adama bir kese altın verir. Bunun üzerine yaşlı adam der ki:

“İşte gördünüz mü? Diktiğim ağaç meyvesini anında verdi.”

Konu ile ilgili sevgili Peygamberimiz de şöyle buyuruyorlar:

“Dünyasını ahireti için, ahiretini de dünyası için terk eden kimse, sizin hayırlınız değildir. Şüphesiz ki dünya ahirete götüren bir vasıtadır. (Bu vasıta aleminde) insanlara yük olmayınız. ” (6)

Topraklarımızı süsleyen, ağaçları sevmek, onları korumak, her Müslüman’ın görevidir. Onları kesmek ve yok etmek, dünyevi ve uhrevi bir cezayı gerektirir.

Yapılan istatistiklere göre, orman yangınların yüzde 36’sı bilinçli olarak meydana gelmektedir. Tarla açmak için yapılan yangınlar, plansız ve düzensiz kesimler ormanların yok olmasının en büyük faktörleridir.

Toprağa dikilen her ağaç, ülkenin nüfus kütüğüne bir insan yazmak gibidir. Bir Müslüman her orman yangınında, en yakın dostunu kaybetmiş kadar üzüntü duymalıdır. Ormanlar bütün ulusun malıdır. Varlığından milletçe neşe, yokluğundan ulusça üzüntü duymalıyız.

Ormanlarımız, Cenab-ı Hak’ın kilitsiz hazinelerdir. Ormanı bekçi ile değil, sevgi ile korumalıyız. Her ağaç, gizli bir çeşme, hayata bağışlanmış yeşil bir anıttır.

Ormanlar, Yüce Allah tarafından yazılmış, en derin anlamı olan biricik kitaplardır.

Ağaçlar, her yaprağında anlamlı cümleler taşır. En güzel yağmur duası, memleketi ağaçlandırmak suretiyle Allah’a yapılan duadır. Konumuzu Peygamberimizin şu hadisi ile bitiriyoruz:

“Herhangi bir Müslüman, bir ağaç diker de, bundan insan, hayvan veya kuş yerse yenen her şey kıyamete kadar o Müslüman için sadaka olur. (7)

(1) Rahman Suresi, Ayet 10-13
(2) Hicr Suresi, Ayet 19-22
(3) Abese Suresi, Ayet 24-31
(4) Ahmet bin Hamel, İslam’da Helal ve Haram, Sayfa 141
(5) Ahmet bin Hamel, İslam’da Helal ve Haram, Sayfa 141
(6) Camiussağir, Cilt 2, Sayfa 215
(7) Riyazüssalihın Tercümesi, Cilt 1, Sayfa 168

Düşünmek İbadettir



Düşünce, aklımızın gücü, mantığımızın parçasıdır.
Düşünce, çalışma ve planlamanın alt yapısıdır.
Düşünce, dış dünyamızın belleğimizde şekillenmesidir.
Düşünce, insanı diğer canlılardan ayıran bir özelliktir.

Düşünmek, insanı bilgiye ulaştırır. Bilginin başı düşünmektir. İnsan hem olumlu, hem olumsuz düşünceye sahiptir. İnsan olumsuz düşünceyi, olumlu düşünceye çevirmesini bilmelidir. Olumlu düşünce mutluluğa, olumsuz düşüce mutsuzluğa götürür. İnsan doğru düşünce ile hedefine ulaşır.

Her şeyin temelinde yüce yaratıcının düşüncesi vardır. Düşünmek ibadettir. Peygamberimiz buyuruyor:

“Bir saatlik düşünme, bin yıllık nafile ibadetten daha hayırlıdır.”

Düşünme bir felsefedir. Felsefe de düşünme bilimidir.

Başlangıçta bütün bilimler felsefenin içindeydi. Zamanla felsefeden ayrılarak bağımsız bilim haline geldiler.

Felsefe, Tales ve Sokrat’la başlamış, Eflatun ve Aristo ile gelişmiştir.

Dekart diyor ki: “Düşüyorum, öyleyse varım.” Var olan insanı da, bir var eden vardır. O da varlıklar ötesi varlık, üstün varlık Allah’tır. Allah, varlıkların ötesinde ve üstündedir. Doğmamıştır, doğrulmamıştır. Onun eşi ve benzeri yoktur. Bütün varlıklar onun eseridir.

Kuran-ı Kerim’de bazı ayetlerin sonunda insanoğlu düşünceye davet edilir. Hz. İbrahim peygamber de, Allah’ın varlığına düşüncesiyle ulaşmıştır. Kral Nemrut, halkını sindirmiş, kendini tanrı olara kabul ettirmiştir. Hükümdarın ilahlığını kabul etmeyen İbrahim peygamber, arayış içine girmiş; gün batmış; karanlık çökmüş; yıldızlar ortaya çıkmıştır. Yüce kudretin yıldızlar olabileceğini düşünmüş, biraz sonra ay doğmuş; yüce kudretin ay olabileceğini düşünmüş; sabah olmuş güneş doğmuş; yüce yaratıcının güneş olabileceğini düşünmüş; akşam olmuş, tekrar yıldızlar doğmuş aynı düzene dönülmüştür. İbrahim peygamber büyük bir yanılgı içinde olduğunun farkına varmış ve demiştir ki: “Ben yıldızları da ayı da güneşi de yaratan, onların ötesinde üstün bir varlığa inanıyorum. Oda benim yaratıcım ve benim İlahım.”

İslam dünyasında büyük düşünürler yetişmiştir. Bunlardan Farabi, İbni Rüşt, İbni Sina ve Harezmî; felsefe- mantık- fizik- matematik- astronomi ve tıp alanında verdikler eserlerle sembol olmuşlardır.

Farabi, İslam felsefesinin kurucusu olup alanında bir ekol olmuş; İbni Rüşt, Avrupa’da en çok tanınan filozof olup orta çağ Hıristiyan dünyasında kendisi ile ilgili bir akım meydana getirmiş; Uluğbey, Bağdat Nizamül Mülk medresesinde ilk uzay çalışmasını başlatmış; Harezmî, ise Cebir ilmininin kurucusu olmuştur.

İlim şarkta doğmuş ve gelişmiş, garp da meyvelerini vermiştir. Bazı İslami eserlerin batı dillerine çevrilmesiyle, Avrupa’da Reform ve Rönesans hareketleri başlamış, hatta bu eserlerden bazıları 19.yy. başlarına kadar Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur.

Konuyu peygamberimizden bir haberle bitirmek istiyorum.

Peygamberimiz yanında birkaç sahabe ile birlikte yürürken yolun kenarında bir adamı gördüğü halde selam vermeden geçip gider. Dönüşte aynı yerden geçerken adama selam verir.

Yanındakiler sorarlar: Ya Rasülellah!

— Giderken niçin selam vermediğiniz halde, dönüşte adama selam verdiniz?

Peygamberimiz buyurdu ki:

—O kişi, biz giderken tembel uyuşuk bir vaziyette oturuyordu. Dönüşte baktım ki, toparlanmış elinde bir çomakla toprağa bir şeyler çiziyor. Belli ki düşünüyor. Düşünmek, çalışmanın başlangıcıdır.

Netice olarak diyoruz ki:

İNSAN BÜYÜK VE OLUMLU DÜŞÜNMELİDİR.

9 Ocak 2008 Çarşamba

Muharrem Ayı ve Aşure Günü


Tarih boyunca insanlar sosyal - ekonomik işlerini düzenlemek için takvimi bulmuşlar,bunu yaşantılarına koymuşlardır.

Takvim: Güneş- dünya ve ay hareketlerinin esas alınmasıdır. Tarihi kaynaklara bakıldığında takvim ilk defa Mısırlılar tarafından kullanılmıştır. Tükler ise ilk defa “12 Hayvanlı Türk Takvimini” kullanmışlardır.


Osmanlı Devletinde Tazminata kadar Hicri Takvim kullanılmış, Tazminatla birlikte Rumi takvimin kullanılmasına geçilmiş, Cumhuriyet döneminde ise 1925 yılında Miladi Takvimi kullanılmaya başlanmıştır.


1- Hicri Takvim: Peygamberimizin Mekke’den - Medine’ye hicreti halife Hz. Ömer zamanında hicri takvimin başlangıcı kabul edilmiş, Muharrem ayı da bu takvimin ilk ayı olarak alınmıştır. Ay yılını esas alır.


2- Rumi Takvim: Romalılar tarafından kullanıldığı için Rumi Takvim olarak isimlendirilmiştir. Mart ayı bu takvimin ilk ayı olarak kabul edilmiştir. Güneş yılını esas alır.


3-Miladi Takvim: Hz. İsa peygamberin doğumu başlangıç alınmıştır. Papa XIII Gregorius tarafından hazırlanmıştır. Ocak ayı bu takvimin ilk ayı olarak kabul edilmiştir. Güneş yılı esas alınır.


Bizim kültürümüzde Muharrem ayının - Aşure gününün önemli bir yeri ve önemi vardır. Muharrem ayı, Kur’an-ı Kerim de adı geçen aylardan biridir.
Şöyle buyrulmaktadır: “Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı gün yürürlüğe koyduğu evrensel yasalar sistemine göre, katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü (Zilkade-Zilhicce-Recep-Muharrem) haram aylardandır. Bu en doğru hesaptır. Sakın bu aylarda konmuş yasakları çiğneyerek kedinize zulmetmeyiniz.”(Tövbe/36)


Muharrem ayının onuncu gününe Aşure günü denir. Aşure: Arapça on manasına gelen aşara kelimesinden türemiştir. aşure günün de bir takım olaylar meydana gelmiştir.


Allah birçok duaları Aşure gününde kabul etmiştir. Kıyametin Aşure gününde kopacağı rivayet edilmiştir. Bugün de Allah’ın on peygamberine on değişik ikramda ve ihsanda bulunduğu beyan edilmiştir.


1- Hz. Âdem’in (a.s.) tövbesi bugünde kabul edilmiştir.
2- Hz. Nuh’un (a.s) gemisi karaya bugünde oturmuştur.
3- Hz. Musa (a.s.) Firavun’un şerrinden bugünde kurtulmuştur.
4- Hz. Davut’un (a.s.) tövbesi bugünde kabul edilmiştir.
5- Hz. Yunus (a.s) balığın karnından bugünde kurtulmuştur.
6- Hz. Yusuf (a.s.) atılan kuyudan bugünde kurtulmuştur.
7- Hz. Yakup (a.s.) Hz. Yusuf’a bugünde kavuşmuştur.
8- Hz. Eyüp (a.s.) hastalığından bugünde şifa bulmuştur.
9- Hz. İbrahim’in (a.s.) oğlu Hz. İsmail bugünde doğmuştur.
10-Hz. İsa (a.s.) bugünde göğe yükseltilmiştir.(Sahih-i Müslim Şerhi, 6: 140)

Böylesine manalı ve kutsi hadiselerin yıldönümü olan bu mübarek gün, Müslümanlarca hep kutlanmıştır. Aşure günü, Yahudi ve Hıristiyanlarca da kutsaldır. Hz. Hüseyin (a.s.) da bugünde şehit edilmiştir.

Muharrem ayında özellikle Aşure gününde Aşure tatlısı yapılır. Dostlara -akrabalara- komşulara ikram edilir. Tatlı yenilir- tatlı konuşulur. Dostluklar pekişir. Komşuluk ilişkileri kuvvetlenir.Aşurenin içindeki çeşitli gıdalar birleşerek tek yiyecek oluşturduğu gibi,onu yiyenler de tek yürek olurlar.

Aşure ile ilgili rivayetler Hz. Nuh (a.s.) dayandırılır. Nuh (a.s.), tufandan sonra gemide kalan yiyecekleri karıştırıp bir çorba hazırlamıştır. Bundan dolayı bazı yörelerimizde Aşure tatlısına, Aşure Çorbası denir. Aşure bir ibadet değil, bir gelenektir.

Yeni Hicri yılınız ve Aşure gününüz mübarek olsun. Yeni Hicri yıl dünyaya huzur ve barış getirsin.